Friday, August 04, 2006

i s t a n b u l' a

1.
martıların var senin beyaz
kanatların var
çerin çöpün çöplüğün
geceleri salkım saçak sarhoşun
sabahları pis pis kusmuğun
gece gündüz sere serpe kızların var

denizin var sahillerde poşet poşet dalga
simitçilerin eskicilerin bağır çağır
cinayetin rezaletin kıyametin
kilit altında namus namus kızların var

var işte sende saçmalığın her türü
bir ben varım sende senden içerü


2.
İstanbul boyalı fahişe!
Kıvrımlarını sevmem erilliğimden senin
Takılarını sevmem dişiliğimden

Ve işte sırf bu yüzden
En çok çift taraflı bıçaklar sever
istanbul’u

Ve işte anladığımdan sade
O en çok beni sever!


3.
sana nazır usul usul demlendim kendime
usul usul damıttım kinimi,
uzandım
uzattım sana, öp diye

öp de geçsin

sen,
binlerce otomobilin gürültüsüyle
bir yerlere koşuşturan kalabalığın homurtusuyla
billboardların neon ışıklarınla
o karışıklığınla
hızınla cevap verdin bana

öpmedin geçmedi


4.
elim sende İstanbul, gözüm üstünde
son oyunu da bozdun!

sen sayıyordun ben saklanıyordum

gittim gizlendim en derinlerime
bekledim seni
-ki sonra ben sayacaktım
sen saklanacaktın-
gelmedin

ben kendi denizlerimde boğuldum

şimdi sen büyüyorsun
ben ölüyorum



özgecik
İstanbul, ’03

Wednesday, August 02, 2006

m o r a r t ı

99'dan kalanlar

1.
Biraz daha karanlık sanki bu gece
Biraz daha ağır saçlarımdaki tütün kokusu
Katıp acılarımı yalnızlığıma
bir han kurmuşum

konaklıyorum.

çığlıklar yapışmış bordo duvarlara
gizli diz çöküşler yankılanıyor.
Sigaramın dumanı karışıyor hayallerime

Konaklıyorum.

2.
kolay değil yaşamak geceleri
yaşamak seni
ve sensizliği
yıldızları seyretmek sabaha dek
ve aya ağlamak
kolay değil geceleri yaşamak

ölüm kadar soğuk
güz ortasında zamansız açan kır çiçeği kadar şaşkın
pusuda bekleyen düşman kadar sinsi
yarım kalan şiirler kadar buruk
bir şeyler var içimde
nasıl desem
ninnileri çalınmış beşik gibi
ya da ıhlamur kokulu türküler

ama gerçek buz gibi esen rüzgarla dokunuyor yüreğime
içimdeki yaza aşık çocuğu donduruyor

kırık sazımdan ayrılık ezgileri dökülüyor.



3.
sedefli gün batımında
rüzgar,
-bilmem hangi kıyıdan-
çarmıha gerilmiş nefesler getirdi bana
unutmam için elbet
bir bahar sonra


4.
iki kadın
kar beyazı yalnızlıkta iki yürek
biri sahne ışıklarının boyalı yüzü
birinin dudaklarında hiç bitmeyecek melodisi aşkın

iki yaralı yürek
iki yalnız kadın



5.
hep ardına dek açık ol pencerem,
arka bahçe hayallerimde
yıldızları sun bana
ve tüm o yürekleri
açık bırakılmış pencereler ardında




6.
onca yıldan yoldan sonra
anlıyorum
hepsi de zamana yenilmiş zamansız düş kırıntıları
sen beni hiç sevmedin ki!

Ben yine o küçük kız olmalıyım.
Şimdi içinde çirkin palyaçoların ağladığı…
Saçlarından yastığına rüya damlattığı…
Ve makyajı akan palyaçolar fısıldıyor olmalı kulağıma:
O seni hiç sevmedi ki!

Artık anlıyorum.



özgecik
İstanbul, kimi zaman ’99

Wednesday, July 12, 2006

b a ş k a

Aylar sonra ona baktığında artık büyünün bozulduğunu anlamıştı. İşte öylece karşısında duran bu adam eskisinden de yabancıydı şimdi. Bavulu hazırlanmış aralarında hakikatin mührü gibi duruyordu. Ona baktı, baktı… “Gidecek!” dedi belli belirsiz dudakları.

Oysa adam çok daha önceden görmüştü düzmecenin dağılmaya yazgılı olduğunu. Bir anda her şey gözlerinin önünde netleşecek, büyük aldatmaca sona erecekti. Sadece bekliyordu bunca zamandır. Zamanı sayıyordu.

Ama henüz bunların olmasına var hikayemizde. Biz masalla gerçeğin karışık durduğu, gecenin gündüze abandığı o uzak kışa dönmeliyiz şimdi, oralarda bir yerlerde bekleniyoruz.

* * *
Bırak erisin bal mumu derin yollar açarak kaderinde. Karışsın büyüleri birbirine. Aynı çanakta yansın iki ruh. Aynı kaderi paylaşsın. Korku görmüyorum gözlerinde, demek bu kadar baskın emelin. Öyleyse, bağlansın hayatlarınız bu lanetli yeşil bez ile, Aravuz’un sağ bileğindeki yeşil çaput… Aravuz’un koca elleri sıksın düğümü. Soğuk nefesi üflesin, yolları düğümlesin. Karıştır bakalım bu kin dolu bulamacı şimdi, aynı çanakta yansın iki ruh, aynı kaderi paylaşsın…

Son düğümü atıyorum muskanın üzerine. Yedi düğüm. Yedi kere uzak olacak bu kaçış ona. Al bunu küçük kız. Al bu muskayı evinin karşısına, bir incir ağacı altına geceyarısına bir saat kala göm. Bu çuvaldızı da ağacın gövdesine batır ki Avaruz uzaklaşamasın oradan. Bir saat ağacın altında otur, durmaksızın emelini sayıkla. Gece yarısı olduğunda kimseye görünmeden gir aç kapının kilidini. Al bunu kızım, yapman gerekenleri sakın unutma.
* * *

Nasıl duyulmuştur, nasıl görülmüştür bu sözleri söyleyen kadın? Sesi kısık, pürüzlü, karanlık mıdır? Derin bir kuyudan veyahut asırlar öncesinden mi geliyordur? Yüzü de pekala sesi gibi esmer, buruşuk ve karanlık olmalı. Çukurlarına gömülmüş iki çakır göz çılgınca titriyor olmalı bu sözleri söylerken. Pençe gibi kıvrık elleri her an karşısında oturan yeniyetmeyi omuzlarından kavrayıp lime lime yolacakmış gibi tetikte duruyor olmalı. Sıradan bir cadı gibi görünmeli, değil mi, sıradanlığı bir kandırmaca olsa da. Ecinli tayfasından birine sevdalanmış kaç kadın olsun ki şu dünyada Fadliye sıradanlaşsın? Üstelik bu tuhaf ilişkiden bıkmadan, hilkat garibeleri doğurmaktan korkmadan, bir de aşkını işiyle birleştirmeyi bilerek yaşasın.

Delimsek, derlerdi onun için köyde. Öyle saç baş darmadağın dağ tepe koşarken, asfalta gözlerini dikip saatlerce otururken ya da durup dururken gülmeye başladığında onu görenler, bu kızda bir iş var ama, hayrolsun, derlerdi. Ceplerini serçe başlarıyla doldurmaya başladığında artık sabrı taşsa da köylünün, yine beter bir laf edemedi Fadliye için. Büyük kapının kızı ne de olsa, ve ne de olsa köylük yerde büyük kapılar çok olmaz. Düğün için bayram için, sünnet, görücülük için, iş için, borç için bir tane adam var işte, geç karşısına geçebilirsen. Adamın da geleneğe göreneğe inat bir tek kızı var ölmüş karısından, haydi, “senin kız kafadan tırlak” de diyebilirsen…

Denmedi işte. Fadliye’yle ip atlayan çift örgülü kızlar önce kara kara önlükleri giyip okula gittiler, o saçlarını çözüp şarkı söylemeye başladı. Sonra, akşam vakti yollara serilen gölgeler gibi sessizce uzayıp giden kızlar tarlada çalışmaya, dinlenirken çeyizlik işlemeye başladılar, o şarkısına bir acayip dans ekleyip dağlara doğru seyirtti. Nitekim, kızlar birer ikişer istenip alınırken köye lanetli bir havadis ulaştı.

Mınçınklı köyü, denizden kilometrelerce uzakta, bozkırın ortasında, sırtını yalçın kayalara dayamış bir talihsiz yer. Köye adını verense ak sakallı, ağzı besmeleli ihtiyarlarının esef ve ihtarla nesilden nesile aktardıkları acı bir hadise. Gerçi, kapağı kente atan üç beş zevat kendilerine kırk paralık itimat edilmesine mani olan bu hikayeyi sonradan uydurulmuş gözleme gibi bir yiyeceğe “mınçınk” adını vererek bertaraf etmeye çalışmışlar. Ne var ki, rezaletim de sefaletim de benimdir diyen, dik başlı olduğu kadar da mütevazı Anadolu köylüsü geçmişini yadsımamış, tarihlerini günümüze taşımış.

“Timur’un orduları kırmızı oklarla Anadolu haritasını bir baştan bir başa aşarlarken Mincirius adıyla bilinen antik yerleşim birime de uğradı” der büyükler. “Önce haberciler geldi; çığ gibi, sel gibi yuvarlana yuvarlana , tozu dumana kata kata gelen izbandutvari herifleri duyuran haberciler. Sonra göz gözü görmez bir sis… Pervazlarında kara sinekler ölmüş pis camların ardında beklediler akıncıları. İsrafil’in borusu gibi korkunç bir ses duyuldu beyaz perdenin arasından. Üç göbekten Müslümanlığı kabul etmiş Minciriuslular topyekün kelime-i şahadet getirirken poliritmik İsrafil senfonisi giderek yaklaşıyordu. Seslerin kaynağı koca canavarları ve dahi üzerlerindeki yarı çıplak adamları gören halk birer ikişer donlarını doldurura dursun, Timur’un ordusu da ne kadar altın, mahsül, karı, kız varsa alıp gitti. Artlarında bir çekik gözlü uzun bıyıklı zebani, bir de sivri dişleri arşı delen, koca kulakları kuru yapraklar gibi dalgalanan, meymenetsiz suratından çıkan koca bir boruyla önüne kattığını korkudan titreten malum yaratığı bıraktılar. Zebaninin, ki daha sonra herkes onu Zeban Ağa olarak tanıdı, dilinin döndüğünce anlattığı kadarıyla Timur aylar, yıllar sonra ne zaman dönerse bu koca bebeği bıraktığı gibi sağlıklı ve gürbüz bulmak istermiş, zayıflamış, hasta, hele bir de mefta bulur ise, deymeyin gazabına, alimallah canlı keçi komazmış geriye.

Gariban köylüler dişlerinden tırnaklarından arttırıp hayvanı doyuradursunlar sonradan adı fil olduğu anlaşılan yaratığın canı her gezmek istediğinde, ona bakmakla görevli zavallılardan bir kaçını “mınçınnk” diye ezip pestile çeviriyordu. En sonunda “yemişim Timur’u” diyen canına tak etmiş bir kara yağız delikanlı moğolun minik bebeğini hortumundan tuttuğu gibi koca bir kafese tıkıverdi. Türk’ün gücünü cihana gösterecek bir cesur hareketti bu, eğer yavrucak kapatılmanın acısına dayanamayıp ruhunu teslim etmeseydi. Çok geçmeden aylardır ses soluk çıkmayan Timur’un ordusu gri bir deniz gibi köpüre köpüre geri döndü. Köyün üzerinde vahşice dalgalandı. Dağlara, tepelere kaçabilen canını kurtardı, geride kalanlar intikam güdümlü koca koca fillerin ayakları altında “mınçınk mınçınk” ezildi.

Timur gidince dağdakiler aşağıya, köyden arta kalana baktılar. Gördükleri şey karşısında donakalıp en azından bu acının izleri silinene kadar dağ başında inle, cinle, kurtla, kuşla yaşamaya karar verdiler.” Ben onların yalancısıyım.

İşte, Fadliye de dağlarda kaybolan büyük büyük büyükannesinin ruhundan bir parça koru kalbinde hissetti. Gönlünü öyle bir adı anmadan destur çekilir cinsine kaptırdı ki, koca konak, kızının perilere karışmasından mı korksun, “oğlan bizim, kız bizim” diye davullu zurnalı köye inen cin sülalesinin gazabından mı ürksün bilemedi. Kahvesinden tatsız bir yudum alıp, karşısında şekline şemaline hiç uymayan bir efendilikte oturan Aravuz’a baktı. “Fena çocuğa benzemiyor.” diye düşünürken buldu kendini, “Allahım sen benim aklımı koru, karşıma ayı getireydi kız ona da mı he diyecektim…” sinirli sinirli bıyıklarıyla oynadı. Aravuz’un babasının sabrı taşıyordu ama. Usule adaba uygun buralara kadar gelmiş, kalabalık düğün alayı aylarca bugün için hazırlanmış, gürbüz koçlar çifter çifter kesilmişken adem oğlunun bu işi ağırdan alan tavrına gücendi haliyle. “Benden günah gitti.” deyip gözlerini belerte belerte “Allahın emri…” diye sesini perde perde yükseltti. Yaşlı adamın gırtlağı düğümlendi, bir anda ruhuna dar gelen bedeninden kurtulmaya çalışır gibi “Vay anam, al,al, anasını da al!” diye bağırdı. Fadliye koştu babasının, kayınbabasının ellerini öptü, mahçup, gülümsedi.

* * *

Siyah pardösüsünün düğmelerini ilikleyip sokak kapısını ardı sıra kapatınca bir anda kendisini şubat soğuğunda, yağmurda, tanıdık gürültülerin arasında buldu. Ne yapacağını bilemeden sokağın köşesine kadar yürüdü. Açlığını duydu orada. Pastaneye gidip bir dilim elmalı çörek aldı. Dalgın dalgın çiğnedi. Tekrar yürüdü. Caddeye çıktı. Yıllar sonra yeniden buraya getirilen tramvay çıngır çıngır önünden geçti. Görünmez bir el kışkışlamış gibi bir anda havalandı güvercinler. Kilise bahçesinin demirlerine yaslandı. Gözleri uzaklardaydı. Parmak kadar bir çocuk elindeki iki paket mendili sallaya sallaya eteklerini çekiştirdi. Duyamadığı bir şeyler söyledi. Pislikten iyice esmerleşmiş elini ampul çevirir gibi iki yana döndürdü, yere tükürüp bastı gitti. Elini cebine attı genç kadın; muska hala ordaydı. Binlerce savaştan yenik çıkmıştı sanki, hırsla yeniden askere çağırıyordu halkını. Kalbi, ruhu, omuzları usanmıştı. Ağlamak isterdi şimdi. Kırmızı pabuçlarını giymek, Kozyatağı’nda bugün çoktan yıkılmış köşkün ışık ışık bahçesinde tiz çığlıklar atarak koşmak isterdi. Sonra büyükannesinin yaşlı dizleri arasına bağdaş kurup elmalı çörek yemek… Muska cebindeydi hala. Çıkarıp çöpe atmak isterdi. Sonrada kendisi bedeninden sıyrılmak… Başka biri olmak.

Başka biri olabilirdi pekala. Rengarenk giyinebilir, camın önüne saksı saksı çiçekler koyabilir, her şey en baştan başlıyor gibi gülümseyebilirdi. Bir şeyler yapabileceğini düşünürken bile ne kadar kırılgandı aslında, o herkese hakim görüntüsünün altında. Güçsüzdü. Edilgendi. Hadiseler “başına geliyordu” onun, o yön vermiyordu. Bir kaza… ve bir cenaze, cenazesi kalabalık olamayacak kadar genç bir ölü…

“Ben büyüyünce senle evleneceğim Özge abi.”

Kız isimli, narin bir çocuk, Özge abisi. Aile büyükleri seçimini eleştirdiğinde Neriman teyze “Erkeklere de konuyor o isim, canım” diye çıkışırdı. Yine de feminen yanları daha kuvvetliydi çocuğun. Ela gözleri içine dönüktü. Gülünce yüzü aydınlanırdı. O zamanlar, henüz köşkün tek çocuğuyken, bir gece annesi telefonda düşüp bayılmış ve ertesi gün henüz konuşamayan ama soran gözlerle çevresine bakınan Özüm getirilmişti eve.

Özüm’ün annesi, Büyükanne ve Neriman teyze karşı çıktığı halde köşkten kaçıp gezici bir tiyatro ile İstanbuldan ayrılmış, yıllar sonra karnında bebeğiyle geri döndüğündeyse içeri alınamayacak kadar alçaltıcı, büsbütün silinip atılamayacak kadar değerli bulunmuş. Kendilerini cümle aleme rezil eden küçük kızı için Moda’da tutulan apartman dairesini gezerken “pek havadar, iyi bir yermiş.” demiş Büyükanne kısık sesle. Senin için daha fazlasını yapamayız, der gibi. Ne kadar bağışlayıcıyım sana karşı, onca yaptıklarından sonra, der gibi. Bebek bu evde doğmuş. Sonra annesi babası yok olmuş Özüm’ün; onun bilemediği, Özge’nin hatırlayamadığı, büyüklerin üzerinde konuşmaya hiç yanaşmadığı bir nedenle. Özüm köşke getirilmiş, yolları bir süre sonra tamamen ayrılmak üzere, birleşmiş.

Birlikte büyüdü iki çocuk. Aynı özün iki ayrı sureti misali, aynı hamurdan biçimlenmiş bambaşka insanlardı. Oğlan tüm aile gibi açık renkti: açık kumral saçlar, beyaz ten, mum gibi eriyip duran yüzünde adeta silik –sanki kurşun kalemle bastıra bastıra yazılmış da yeşil pelikan silgiyle kağıdı hırpalayarak silinmiş, izi kalmış gibi- gözler. Evin kadınlarının yüksek desibelli kahkahalarının aksine onun silikliğini pekiştiren, onu bu dünyadan bir kez daha silen, bir de sessizliği vardı. Hani, herhangi biri uzansa alıverecek gibiydi onu. Öylesine eğriti, öylesine güçsüz ve ısrarsız. Kimselere benzemez, denirdi onun için, o başkaydı. Kız ise bambaşkaydı. Kocaman açılan gözlerinde hayata karşı muazzam bir inat parlıyordu. Nefes alıp verişinde, gülüşünde, susuşunda varlığını duyuruyordu. Tutuğunu koparacaktı, ilerde, öyle biliniyordu.

Bir de tuhaftı zaten buradaki konumu. Köşke ait miydi, değil miydi? Bu soruyu kendisi dahil kimse cevaplayamazdı. Bir an önce büyümesi, büyüyüp evlenmesi, evlenip buradan gitmesi herkes için en iyisi olcaktı belki de. Kendine has kuralları olan kocaman bir organizmaydı bu köşk, dengesini bozacak tüm aykırı unsurlar paketlenip dışarı atılırdı. Adeta bütünlüğü ayrımcılığına bağlıydı. Nasıl olduysa, aykırı unsur başka bir surette vücut bulmuş, geri çevrilemeyecek olmanın kurumuyla aralarına sızmış, düzenlerinin bozulduğunu her gün her dakika ev halkına ilan ederek, öylece yaşıyor, konuşuyor, büyüyor, her yeri dolduruyordu. Üstüne üstlük, istemezse hiçbir şey alamayacağının bilincinde, arsızlıkla, sınırlarını aşarak, gürleyip çağlayarak talep ediyordu.

Böylece büyüdü iki çocuk. Oğlan ne zaman ergin oldu, ne zaman delikanlı oldu anlaşılmadı suskunluğundan. Kızınsa bluğ çağı köşkün üzerinde bir kabus gibi çöktü. Sesi daha bir cırtlak çıkıyordu artık. Öfke nöbetleri başta Büyükanne olmak üzere bütün hane halkını kendinden geçiriyordu. Etrafındaki herkes onun coşkun seline kapılıp o çağladıkça köpürüyor, dalga dalga kabarıyor, dağılıyor, uzuyordu. Özge hariç… O fırtınayı sezdi mi, en güvenli yeri belleyip oraya sığınırdı. İşin kötü yanı onun sukûneti kızı iyice çileden çıkarır, haşmeti görmezden gelinmiş gibi, delirtirdi.

“Ben büyüyünce senle evleneceğim, Özge abi!”

Cevap yok, yalnız belli belirsiz bir bakış. Umarsızdı işte çocuk, ne varıyorlardı üzerine, isteyen evlenirdi onla, dileyen boşardı onu. Kabul etmek reddetmek ona göre miydi sanki? Ama yok, Özüm isterdi ki, “hiç de bile, ben filancayla evleneceğim” desin abisi, kavga etsinler, sonunda galip çıksın, kara gözlerinde zafer pırıltıları dolaşsın.

İstediği oldu sonunda. Özge Amerika’ya gidiyordu üniversite için. Kız kabul edemiyordu bu terk edilişi. Kimse farkına varmamıştı bunca yıldır, ama kız delice, zavallıca, çılgınca yalnızdı. Bir abisi vardı işte, ulaşamasa da, dokunamasa da… Potansiyel antagonistiydi onun; yakınlarında olsun yeterdi. Göndermemeliydi onu, ne olursa olsun, bırakmamalıydı.

“Gitmeyeceksin!” dedi toplanan bavula bakarken, aklında bütün bunlar. Uçak ertesi gün, ve Özüm ilk defa bu kadar çaresiz.

Gözlerini kaldırıp kıza bakmadı bile yolcu. Neşeli, umutlu, heyecanlı görünmüyordu zerre kadar. Dudaklarının arasından ıslık gibi “gideceğim…” dedi. Çenesi titredi kızın. Odanın içinde, hışımla iki adım daha yaklaştı, artık tepeden tırnağa “hazırlık” olmuş, “yol” olmuş, “hasret” olmuş çocuğa.

“Gidemezsin, gitmeyeceksin, burada, bu köşkte, benimle kalacaksın!” Sesi o kadar aciz çıktı ki tanıyamadı kendisini.

Cevap yok. Uzun ince parmaklar hala pantalonlarını kazaklarını katlamakla meşgul. Gözlerinden yaşlar süzüldü kızın, zangır zangır titredi tüm vücudu. Omuzlarından tutup itti oğlanı, çocuk sanki bu dramın tamamen dışında bir hacıyatmaz misali istifini bozmadan geri döndü bavulun başında. Bu sefer, bavulu kavradığı gibi odanın öteki yanına savurdu kız. Öteki bir saattir topladıklarının etrafa dağılmasına bile tepki vermeden, tekrar bavulu almaya davrandı.

Özüm artık iyice zıvanadan çıkmıştı; kah feryat figan bağırıyor, elini kolunu sallaya sallaya bir şeyler söylüyor, ağlıyor, kah yakasına yapışıp çocuğu sarsalıyordu. Kıpkırmızı yüzünde deli gözleri kocaman açılmıştı. “Gitmeyeceksin dedim sana!” Ne yapsa tek bir kelime çıkmadı çocuğun ağzından. Öylece durup her şeyin bitmesini bekler gibiydi.

Daha güçlü itti bu sefer onu, yere düşürdü. Sessizce kalkmaya çalışan çocuğun dibinde bitti bir anda, göğsüne oturup eline ne geçirdiyse kafasına indirdi. Ne yaptığının farkında değildi artık.



* * *




Özge öldükten sonra köşkte hayat yepyeni bir şekil aldı. Artık herkes susuyordu. Günler, geceler bitmek bilmez bir bekleyişe dönüşmüştü. Neyi beklediklerini bilmeden, yaşlanarak, çirkinleşerek, kayıtsızlaşarak yaşıyordu kadınlar. Ne bir şeye kızacak halleri vardı, ne bir sorumlu arayacak. Özüm için yaşıyor demek bile çok iddialı olurdu. Cenazeden sonra upuzun saçlarını beslemeler gibi kesmiş, kaşlarını traş bıçağıyla kazımış, bir köşelerde kıvrılıp yatarak yok olmaya, unutulmaya çalışıyordu. Tüm kadınlar özgeleşiyordu.


Bir gece ürpetiyle uyanmış Özüm. Gözleri karanlıkta seçmeye başladığında yatağı yerine yerde, halının üzerinde yattığını fark etmiş. Ellerini halıya bastırıp dizleri üzerinde doğrulmuş. Yatağında biri varmış! Korku içerisinde geri çekilmek istese de vücudunda hiç güç yokmuş. Olduğu yere yıkılmış. Başını karyolanın demirine vurduğunda çıkan ses karşısında yatanı uyandırmış.

Tasviri bana, tahayyülü size düşmez; düşmanımdan uzak olsun ismi lazım değiller başka yer yokmuş gibi kızcağızın yatağına tünemiş. Böyle zamanlarda Yaradan’a sığınmak elzemken, Mıncınklı Köyü’nün damadı Aravuz Efendi’nin artık bir hayli yaşlanmış çehresini gören zavallı yavrucak oracıkta düşüp bayılmış.


Bu sevimsiz karşılaşma, kızın talihsiz hayatındaki dönüm noktası. Gözlerini açtığında bir peri masalı kahramaymış çünkü artık. Fadliye ve Aravuz’un biricik kızı, Mınçınklı’da hatırı sayılır bir servetin tek mirasçısı, evlerin neşesi. İki alemin üzerine en çok titrenen kızı olarak Özüm öyle bir şımartılmış, öyle bir nazlanmış ki, koca memeli kadınlar altın, dolar günlerinde kaşlarını kaldıra kaldıra, başlarını iki yana sallaya sallaya kızı kendi götü boklu, burnu sümüklü çocuklarıyla kıyaslayıp Allah’a şükretmişler. Bununla kalsa iyi: yok efendim Fadliye köyde evde kalmış da böyle ucubeyi takmış okula, insan utanırmış ayol bunun gibisiyle gezmeye, çocuk desen uyuz bir şeymiş, zaten bunlar ailecek kente ayak uyduramamış, neymiş o öyle yerleştikleri köşkte her gece davullu zurnalı bir tuhaf kalabalık… Akabinde kahveler höpürdetilir, tahtalara vurulur.

Bütün bu hengamede olan özüne olmuş. Kendisini kaybetmiş kız. Evet, bu kadar net: bir sabah uyanmış, sanki asırlar süren bir yolculuktan dönmüş gibi... Değiştirdiği evler, değiştirdiği aileler… İçinden geçtiği hayatlar. Kurdukları ve yıktıkları… Sanki her şey bir göz kırpma süresinde onu terk edip gitmiş. Uzunca zaman göz kapaklarının ardına saklanıp “şeytan aldı götürdü” sayıklada da, nafile. Hiçbir şey hissedememiş kendine dair. Korku içinde kalkıp banyodaki aynanın önüne koşmuş. Yüzünü incelemiş aynada. Saçını, kaşını ne zamandır kazıdığını hatırlamaya çalışmış. Yüzünü onun yüzü yapan her ne varsa artık ulaşılamaz olmuş. Özüm kendini ilk defa bu kadar başka duymuş.

Alt kata inip mutfağa sığınmak geçmiş içinden. Kızarmış ekmek, fesleğen, çörek kokuları ile Kozyatağındaki köşkte arsız ruhunu dinlendirebildiği tek yerdi çünkü mutfak, ve mutfağın kırmızı-beyaz masa örtüsü. İnmiş, mutfakta Fadliye mınçınk pişiriyormuş. Cadı yüzüne anaç bir gülümseme yayılmış yaşlı kadının. “Aman da benim yakışıklı oğlum uyanmış mı?”

Beriki fal taşı gibi açılmış gözlerle kadının lafını idrak etmeye çabalarken, yüksek volümlü upuzun bir “günaydın” doldurmuş mutfağı. Korkunç bir ürpertiyle dönüp kapıya baktığında artık kendini bir başka duyan, karşısında kuzguni saçları omzuna dökülmüş, amansız gözleri fıldır fıldır dönen Özüm’ü görmüş. “Ben…” diyebilmiş sadece.

* * *

Olan biteni Fadliye’de öğrendiğimde şaşkınlıktan küçük dilimi yutmakla kalmadım, ahiretliğime ağzı açık ayran delisi gibi bakarken ağzıma kaçan sineği de bir güzel mideme indirdim. Zaten bunu takip eden birkaç gün içerisinde yıllarca hizmetlerini gördüğüm köşkten Özüm’ün düğün davetiyesi de bana gönderildi.

Hummalı bir hazırlık başladı o günden sonra. Kıza olan sevgilerinden değil sanıyorum, daha çok kaybettikleri oğullarına bu kadar benzeyen, üstelik onunla aynı adı taşıyan, biriyle evlenecek olmasından, kızı gene bağırlarına bastılar.

Düğün günü kız kelebekler gibi dönüp durdu ortalıkta. Herkesle uzun uzun sohbet etti. Gelin dediğin azıcık uslu durur demedi, kalktı danslar etti, kocasının sıkılgan tavrını umursamadan ulu orta sarıldı, öptü. Çocuk hakikaten bir durgundu. Sanki evlenen o değilmiş de başkasıymış, o yanlıklışla uğramış gibi boş gözlerle baktı durdu etrafındaki kalabalığa. Kimselerle konuşmadı. Yalnız Büyükannenin ahbaplarından Ferit Bey’in “Ne işle meşgul olmayı düşünüyorsunuz Özge Bey?” sorusuna, neredeyse duyulamayacak kadar kısık sesle “ben Amerika’ya gideceğim…” dedi.

* * *

Kilisenin demir parmaklıklarından uzaklaştı kız. Sağ elini rahminin üzerinde gezdirdi. Kaç aylıktı bebeği, şimdi hatırlayamıyorum, ama beni de sırf bu yüzden, çift canlıdır göz kulak olayım diye takmışlardı peşine. Ardı sıra yürüyen Aravuz’u gördüğümde şaşırdım desem yalan olur, köşkten çıktığında adım gibi biliyordum Fadliye’ye gittiğini.

Onlarınki de akıl değil, kimse kusura bakmasın. Benim de yaşım 70’e dayandı, bunca yıllık hayatımda böylesi oyunu ne gördüm, ne de duydum. O çocuk başka, doğası böyle, üfürükle püfürükle ehlileştiremezsiniz ki dedim, dinletemedim. Kayıtsızlığı, sessizliği kabullenişinden değildi ki Özge’nin; bir şeyleri değiştirmek için harekete geçmeyi, karşı koymayı her düşündüğünde boğazında acı bir tat duymasındandı. Kabullenmezdi ama, kaçar giderdi.

Gidiyormuş işte. Köşke haberi geldiğinde Büyükanne düşüp bayıldı, o gün bugündür hastanede kadıncağız. Ben de onun kadar fena oldum. Çocuk bavulunu toplamış gene, Amerika diyormuş da başka şey demiyormuş. İtişip kakışmışlar. Özüm kilitlemiş kapıyı üzerine. Bizimki fazla karşı koymamış, nasıl olsa açılacak ya kapı er ya da geç. O zaman gider. İlle de gidecek.

Koştum yakaladım eniştemi. “Yapma, etme Aravuz efendi. Bu kızın gözleri deli deli bakıyor. Öldürecek çocuğu.” dedim. “Alıkoyma Özge’yi, koyver gitsin. Kimse kadere karşı gelemez.” dedim. Duymadı bile beni. Sağ bileğinde bir çuvaldız, donuk gözlerle yürüyordu.

özgecik, temmuz 2006

Monday, June 26, 2006

r ü y a

Tatlı bir mahmurlukla aralıyor gözlerini. Ne tuhaf bazı sabahlar uyanmak. Sanki kaybettiklerinden yavaş yavaş bulur insan kendini. Yoktan var olur, sanki. Şekiller yavaş yavaş belirmeye başladığında Ceren her sabah odayı erkenden aydınlatan gün ışığının henüz orada olmadığını fark ediyor. Bir rüya… Gözlerini mavi badanalı duvardaki siyah beyaz fotoğraflar üzerinde gezdiriyor, gelişigüzel. Dudaklarının belli belirsiz kıpırtısında tembel bir unutkanlık. Bir rüya gördüm: turkuaz, pembe, mor. Üzerindeki çarşaf sıyrılmış, teninin beyazı ortada. “…ürkütücü beyazlığın…”

Hep böyle oluyor. Parça parça dağılmış bir rüyayı toparlamaya çalışırken sızıyor bu geçmişte duyulanlar. Hangi barda oturmuştuk karşılıklı, aramızda bira ve patates? Aramızda hayali bir samimiyet… Niye demişti bu sözü, nasıl tonlamıştı? Ve ötesi; kendisi çoktan önemini yitirmiş birinin iki kelimesi niye durup dururken aklına üşüşmüştü, böyle, çarşafların arasında? Yüzler siliniyor bir bir, kokular duyulmaz oluyor; varsa yoksa kelimeler… zebani gibi yakamıza yapışan!

Bacaklarını gerip esnedi. Cem henüz uyuyordu. Aynı beyazın yalnızlığında. Doğrulup yüzünü inceledi adamın. Sakalları uzamıştı. Galiba biraz yaşlanmıştı. Ama yüzünün çizgileri bir bebeğinki gibi kıvrılıyordu uyurken. Gözkapaklarının hareketinden rüya gördüğünü anladı. Onbeş yıldır birbirlerine en yakın oldukları an farklı rüyalara dalıyorlardı. Gözleri yuvalarının içinde birbirinden bağımsız dönüyordu o zaman; bir anda uzaklaşıyorlardı. Yapayalnız kalıyorlardı. “Ürkütücü bir beyazlığın var senin Cem, ürküyorum tenine zarar vermekten.” Ah… işte, ilk gençliğinde sanıyor yine kendini. Hemen kalkmalı şimdi, kalkıp güne karışmalı, yatakta vakit geçirmek tuhaf bir melankoli yaratıyor onda.
Mutfaktaki kare masada karşı karşıya oturuyorlar. Ceren duşunu almış, kremlerini sürmüş, saçına fön çekmiş, kaşlarını kontrol edip makyajını yapmış, siyah mini etek-ceket takımını giymiş, kahvaltıyı hazırlamış, Cem’i uyandırmış sade kahvesiyle sabah sigarasısnı içiyor. Cem uyandırılmış, işemiş, bornozuyla mutfak masasına oturmuş tabağındaki peynirle oynarken sabaha karşı üçte kapattığı ve az sonra başına döneceği bilgisayarındaki metni düşünüyor.

Derken göğüs kafesinin ortasından yükselen yumuşak bir sızı ensesinde, kulaklarında zonklamaya başladı. Eskilerden tanıdığı bir duyguydu bu. Delikanlılığı. Beyoğlu. Turkuaz, pembe, mor… “Bir rüya gördüm Ceren.”

Kadın sigarasının dumanını üflerken hafifçe kaldırdığı kaşıyla devam etmesini istedi. Birbirlerinin mimiklerini anlarlardı. Anlamıştı Cem, ama sustu. Ne kadar değişmişti karşısındaki kadın. Saçlarının rengi, biçimi, makyajının tonu, kıyafetleri, topuklu pabuçları, kadın dergileri, selülit kremleri, diyet listeleri, şekersiz kahveleri nasıl gizliden gizliye büyütmüştü sevdiği kadını. Nasıl bir yabancıya dönüşmüştü o oğlan çocuğundan bozma genç kız. Aynı dili konuşurlarmış ya eskiden, bu siyah döpyes, bu topuklu pabuçlar mı anlayacak Cem’in turkuaz, pembe, mor düşlerini. İçi acıdı. Düşündü: o ne görüyordur rüyalarında? Anlatmayalı hayli uzun zaman oluyor. Ertesi günün işlerini mi planlıyor acaba kuş uykusunda? İzledikleri filmlerden mi etkileniyor? Billboardlarda uzun uzun incelediği güzel bacaklı manken kızı mı görüyor? Bu karşısındaki kadın. Karısı. Ne kadar da uzak.

Ceren sigarasını söndürdü. Minik aynasında rujunu düzeltti. “Ben çıkıyorum.” dedi, “zaten geç kaldım. Tabaklar kalsın, döndüğümde toparlarım.” Sormamıştı.

Dolmuşa bindiğinde Cem daha sandalyesinden kalkmamıştı. Eteğini düzeltti. “Konuşmuyor artık benimle.” Dışarı baktı. “Onun çevresin e uzak olduğumdan… sığ buluyor. Değişen ne oldu, anlamıyorum. Paylaşacak bir şeyimiz mi kalmadı bunca yıldan sonra?” Dudakları kasılıyor şimdi kadının. Çok ağlardı eskiden, artık dudakları kasılıyor. Bugünkü toplantıyı düşünmediğini düşünecek halde bile değil. Kocaman bir ağız olmuş oturuyor dolmuşta. Alelacele minik aynasını çıkarıyor çantasından, fondoteni çizgi çizgi olmuş mu diye bakmak için… aynanın arkasına saklanmak için…

Endişeyle açılmış iki göz vardı oysa aynada. Titreyen göz bebekleri. Alında her gün derinleşen üç çizgi. Ağzının kenarına bakmak için çıkardığı aynaya yansıyanlar işte.

Rüyam..!

Cem çatalını ve oynayıp durduğu bir parça peyniri bırakıp bilgisayarının karşısına geçmişti bu arada. Yapması gereken işleri bırakıp yeni bir word dosyası açmıştı: r ü y a

Cereni uyandırdı ekranda. Saçlarından rüyalar dökülüyor ekrandaki Ceren’in. Uyuan kocasına bakıyor. Turkuaz bir gökyüzü görüyor adamın kapalı gözlerinde. Gerçek olamayacak kadar canlı. Ve gerçek olamayacak kadar tatlı şeker gibi bir rüzgar. Az önce terk ettiği bu masal alemini taşıyor Ceren odata.Yeryüzü alabildiğine pembe, yaprak yaprak pembe, ipek gibi yumuşak.

Ve hep gülermiş o, ben gülermişim. Yapraklar üzerinde çıplak, sarılmışız öylece, gülüyoruz. Sonra başımızı kaldırıp göğe bakıyoruz. Mor bir güvercin uçuyor üzerimizde. Biz de yükseliyoruz. O bir kanadına oturuyor güvercinin, ben bir kanadına. Hiçbir şey için… çocuk gibi yani… uçuyoruz.

Sandalyesine yaslandı. Gözleri tavanda, yorgun, keyifsiz. “Oysa senü ben aynı evde birbirine çarpıp düşen iki gölge. Eskisi gibi alışık olmadığımızdan kendimiz olmaya, bunca farkındayız yere basmaya mahkum ayaklarımızın. İşte, sen, ben iki başarısız soytarı. Bunca kolay kabul ediyoruz dünyanın bizden güçlü olduğunu. Yerin çektiğini bizi…”

Uçuk mavi boyalı duvarlar arasında boydan boya halı, baştan aşağı sigara dumanlı ağır, acı bir hava kaplı salon iğne batırılmışçasına sönüverdi kağıda dönen anahtarın sesiyle. Az sonra açılan kapının ardında yalın ayak, saçları çözülmüş, omuzları düşmüş silüetiyle, ne yaptığını unutmuş öylece duran Ceren görüldü.

Öylece duruyor kadın kapının ağzında. Gülümsüyor beriki; “ duydu beni karım” diyor, “bana geldi.” Odayı pembe yapraklar, turkuaz bir gökyüzü, barda beyaz tenler hakkında konuşan yüzü silinmiş bir adam ve mor güvercinle paylaştığını bilmiyor.

Ceren etrafındaki hayallerin arasından kocasına yürüyor. Yüzünde donup kalmış hafif çarpık bir ifade. Elini kocasının sakalında gezdiriyor. “Ürkütücü bir beyazlığın var senin Cem” diyor, “ürküyorum tenine zarar vermekten.”

özgecik.

Thursday, May 18, 2006

f o t o ğ r a f

Sigarayı bırakmış olduğunu bir türlü kabullenemeyen parmakları sinirle kıpırdandı, masanın üzerinde uzanmaya alışık olduğu paketle çakmağı bulamayınca bir iki kıtırdayıp çaresiz yeni getirilen çaya yöneldiler. Üstelik, çay fazla açık konmuş, getirilirken tabağına dökülmüş, kırmızı-beyaz tabağın kenarına iliştirilen iki şekerden biri yarısına kadar erimişti. Şekersiz içmeye karar verdi.

Fena bir yer değildi aslında burası; İstanbul’un Avrupa yakasında, birinci köprüden uzaklaşıp ikinciye yaklaştıkça güzelleşen iki şeritli sahil yolunda, bir grup ağaç ve derme çatma bir yapıyla asfalttan kopartılıp denize döndürülen çehresiyle tahta masalı, kırmızı-beyaz çay tabaklı bir kahve... Bir de Pazar günlerinin mahşeri kalabalığından uzak bu akşamüstü saatinde basbayağı keyif alıyordu burada, Boğaz’a karşı, efkarlanmaktan. Burada, güneşi, yalnız, batırmaktan...

Sinirli parmakları çay bardağını geri koyup mor stabilo kalemini aldı. Önündeki, üzerine bir satır yazılıp karalanmış kağıda ‘güneşi yalnız batırmak’ yazıp yazmamakta tereddüt edip kararsız üç çizgi çekti. Onun için bir şeyler yapmak istiyordu, bir şeyler yazmak belki... Borcunu ödemek, belki bunca yıl sonra... Onun böyle sessizce çıkıp gittiğini bilmek, ona, gizli bir hazine gibi yıllardır çantasında taşıdığı, gözlerine pembe pullar yapıştırılmış siyah saçlı kadının fotoğrafı dışında, dokunamamak bencilce gücendiriyordu genç kadını. Şekersiz çayından büyükçe bir yudum alıp apartmana ilk gelişini hatırlamaya çalıştı: önden iri bir kamyona zor sığmış koli koli eşya, ardından simsiyah saçlı, dilimizi konuşamayan üç oğlunun taşıdığı sayısız bavul, bu trafik az çok dindiğindeyse eskimiş beyaz kürkü, mor tüylü tuhaf şapkasıyla otomobilden inen, mahallenin çocuklarının gördüğü yaşayan en ilginç kadın-Madam Rachel.

***

Madam, Sebat apartmanında bahçeye bakan iki oda bir salon zemin katına yerleşmiş, zamanla, daima açık duran mutfak penceresinin ardındaki durağan pozisyonunu edinmişti. Penceresinin tam önünde de ondan çok daha önce buralara yerleşen ama ondan daha yaşlı olup olmadığına çocuklarca bir türlü karar verilemeyen bir çınar ağacı... Dünyanın en yaşlı kadınıyla dünyanın en yaşlı çınarı, bütün gün, öylece bakar dururlardı birbirlerine. Ancak, bu bakışmalar alışkanlık haline gelmemişti ki daha, çocuklar pencere etrafında toplanmayı huy edinmiştiler. Pencereden üzerlerine serpilen hikayeler gittikçe daha ilginç bir hal alınca alttan alta dalga geçilen Reçel Teyze, çocukların dilinde Raşel Hanım Teyze’ye dönmüş, çınarla pencere arasındaki bir buçuk metrelik boşluk mor dizli, kirli şortlu çocuklarca daha sık işgal edilir olmuştu. Çocukların yoğun ilgisi bu sıradışı komşu için bir sorun teşkil etmiyor, tam tersine onu memnun ediyordu. Ne de olsa o, bir asrı bulan hayatının bu kısmında, durmaksızın ve darmadağınık, anlatmak istiyordu. Sadece anlatmak...

Rus pazarından çok ucuza alınıp evin rüzgar alan bir yerine asılan, en nazlı esintide bile çın çın öten çıngıraklar gibi bir öne, bir geriye; bir geçmişe, bir geleceğe sallanan, turuncu bir yaz gününde küçük kız sokakta yalnızdı. Beşinci kattaki kardeşler tatil için güneyde bir otele, birinci kattaki tombul kızsa teyzesinin Sapanca’daki evinde gitmişti. Diğer çocuklarsa, ya pazara, ya banyoya... bir şekilde kaybolmuştu ortadan. Bu Su için müjdeli bir tesadüftü aslında. Böylelikle onlar varken yapamadığı, bu çekingenliğiyle de hiçbir zaman yapamayacağı şeyler için zaman ve yer kazanmış oluyordu. Ne var ki, bu düşüncenin verdiği iç gıcıklayıcı keyifle koşarak indiği merdivenlerin üçüncü basamağından atlarken sıyırdığı dizi ve üçüncü denemesinde ancak alt dallarına kadar tırmanabildiği dut ağacında yırttığı mavi etekliği onu ilk yalnızlığının keyfinden alıkoymuş, çınarı ve pencereyi göz hapsine alabileceği bir kaldırıma, dirsekleri dizlerinde, çenesi avuçlarında, çökmesine neden olmuştu. Yaz sıcak, yaz ağırdı üstünde...

Orda ne kadar oturduğundan, bir zamanlar temiz olan beyaz, bez ayakkabılarıyla toz toprağı kaçıncı kez karelere ayırdığından habersizken, çocukların bugünkü ilgisizliğine kırgın, açıldı pencere. Açılır açılmaz da kavuniçi fırfırlı bir sabahlığın içinden taşan, mor damarlarla donanmış kollar ve bigudiler arasında paylaştırılmış seyrek saçlar göründü perdenin gerisinden. Su başını hemen yere eğdi.

‘Kızım!’

Çok geçmeden ona yöneltilen bu ünlem, adını unutan Madam’a karşı nefret, her şeye rağmen ona seslenen Madam’a karşı sevecenlik uyandırdı içinde. ‘Ne yapıyorsun bakayım sen orda, kendi kendine?’

Bu sözlerde, yabancılara özgü telaffuzun yanı sıra yaşlı kimselerin buyurgan tavrı da vardı. Madamın kaçıncı cümlesinde yerinden kalktı, ne kadar oyalandıktan sonra kapısını çaldı, eşikten içeri adımını atarken kendisine layık görülen bu özel mevkiinin ne derece farkındaydı, bilinmez; açık olan, Sebat Apatmanı No.2’nin küçük kızın görüp görebileceği en pullu, en taşlı, en nakışlı ev olduğuydu. Antre, her birinin üzerinden pembe şifonlar, beyaz köpük köpük danteller, eflatun boncuklar sarkan dört kapıyla kuşatılmıştı. En soldaki, pencere o yanda olduğundan, mutfak olmalıydı. Diğer üçüyse ayakkabılarını çıkarıp ayağına iki numara büyük topuklu terlikleri giymesi için geçen birkaç saniye boyunca kainatın muammalarıydı. Sonra, Madam, hiç acele etmeden, birer birer açtı kapıları. İlk kapı yatak odasına açıldı ve Su’nun karşısına, ancak prenseslerle perilerin cirit attığı masallarda bahsi geçecek cinsten, pembe dantel cibinlikli yatakla üzerinde çeşitli şişe, kutu ve ne olduğu meçhul nesnelerin sıralandığı, sedef kakmalı, ahşap tuvalet masasını çıkardı. Masaya bir iki adım yaklaştı Su, ve irkildi gördüğünden: Aynanın hemen önünde, siyah bir çerçeveye yerleştirilmiş, upuzun kuzguni saçlarıyla oldukça güzel bir kadının eskiyip sararmış fotoğrafı... Güzelliğine diyecek olmasa da, kadının bembeyaz yüzünde yegâne gölgeyi teşkil eden gözlerin üzerine iliştirilmiş pembe pullar son derece ürkütücü bir görüntü oluşturuyordu. Çok geçmeden resmin altındaki eğik, güzel bir el yazısıyla yazılmış iki satırı fark etse de Madam’ın buyurgan sesi okumasına fırsat bırakmadı. Diğer kapıların ardında da birbirinden ilginç pek çok eşya, mobilya ve fotoğraf bulunsa da, hepsi adeta simle kaplanmış olsa da, Su’nun aklı yatak odasındaki gizemli kadında kalmıştı. Dahası, o malum kapının tekrar açılma ihtimaliyle, eve gitme saati çoktan geçtiği halde, oymalı-kakmalı bir berjerde bacak bacak üstüne atmış, eteğindeki yırtığı saklamaya çalışırken bir bardak meyvesuyu daha içmeyi kabul etmişti.

Açılmadı kapı.

Korku, merak, hayal kırıklığı karışımı bir duyguyla merdivenlere yönelmişti ki yaşlı kadın seslendi arkasından: ‘Yine gel kızım, ne zaman istersen gel!’

***


Tuhaf bir soğuğa açtı gözlerini, dışarıdaki yaz gecesine tezat. Yatak tüm bedenini kavramış kalkmasına izin vermiyordu. Güçlükle doğruldu. Gözlerini ovuşturup karanlık odada titreyen gölgeleri seçmeye çalıştı. Birden ayak ucunda bir karartı fark etti. Korkuyla geriye doğru sıçrayıp kafasını duvara çarpınca karartının yatağın kenarında oturmakta olan upuzun siyah saçlı, siyah elbiseli genç bir kadın olduğunun ayrımına vardı. Elbisesinin geniş yenlerinden göründen bembeyaz ellerindeki sararmış Tevrat’ı kısık sesle, anlaşılmaz bir dilde yavaş yavaş okuyan kadından yükselen ıslak toprak kokusu burun deliklerini yakıp beynini uyuşturdu. Hiçbir şey yapamaz oldu. Kadının aniden başını kitaptan kaldırıp kendisine bakmasıyla nefesi kesildi. O zaman anladı ki, karanlık odada kadını ve kutsal kitabı görmesini sağlayan ışık, kabus kadının gözlerinin olması gereken yerde ışıldayan iki, iri puldan geliyordu. Yüzünün çizgilerinde niyetini belirten hiçbir değişme olmaksızın yaklaşmaya başladı beyaz tenli, toprak kokan genç kadın. Yaklaştı... Yaklaştı...

***

Kabus Kadın’ın ziyaretleri arttıkça, Su da Madam’ın oymalı kakmalı berjerinde daha çok vakit geçirmeye başlamıştı. Yazın son günleri yaşanmakta iken, mahalledeki en ilginç komşuyla en suskun kız arasında gelişen arkadaşlık, diğer çocuklar tarafından önceleri kıskançlık, çok geçmeden umursamazlıkla karşılandı. Bir müddet yavru kedilerle, araba lastikleriyle, kömürlükteki hurdalarda vakit geçiren çocuklar okulların açılmasıyla ortadan kayboldu. Su daha okula başlamamıştı.

Bir akşamüstü Madam’ın güneşli balkonunda oturmuş, adaçayı ve sakız reçeliyle kahvaltı yapıyorlardı. Madam bir yandan kepek ekmeğinden kopardığı dilimlere reçel sürerken bir yandan da Ayvalık’ta geçen çocukluğunun hatıralarını döküp saçıyordu etrafa. Cunda adasını, bembeyaz Rum evlerini, Taş kahvenin önünde mısır, dondurma satanları, pırıl pırıl denizi...
Su’yu çoktan unutmuş, gökyüzünün perde perde sönen kızıllığında çocukluğunun kırıntılarını toplamaya çalışan, yaşlı kadının yüzündeki ifade, bu Ege kasabasında geçen günlerin hiç de anlattığı kadar toz pembe olmadığını anlatıyordu içten içe.

Belki de, upuzun, uzunluğundan utanılacak kadar uzun ömründe hep anlatmak istediği ama susmadan geçen son yıllarında dahi bahsini açamadığı o en derindekini, şimdi bu minik kıza... Gözlerini kısıp bakışlarını çocuğun buz mavisi gözlerine dikti. Karanfil ağızlığına bir sigara taktı.

***

Bugünlük yeter bu kadar, yarın devam ederiz’ dedi Kinneret kuzguni siyah saçlarının gölgelediği yüzünde tarifsiz bir sıkıntıyla. Akabinde hizmetçinin getirdiği acı kahveyi şöyle bir dudaklarına değdirip göz ucuyla nota defterini çantasına yerleştiren kabiliyetsiz öğrencisini izledi. Çok sevdiği Requem de olsa tecrübe ettikleri, kızın yavan, manasız çalışı ruhunu ezmişti. Karanfil ağızlığına bir sigara takıp söylendi kızın arkasından- hayat kadar yavan olacaksa ne anlamı var müziğin..!

Pek çok kadının imreneceği bir hayatı vardı oysa. Ailesiyle beraber gelen pek çok Seferad’ın aksine Haliç’in öteki kıyısında, Pera’da zengin bir tüccarla evlenmiş, kocası servetiyle ona ömrünce tembellik hakkı, Batı’lı zihniyetiyle cemiyetten kopmama şansı vermişti. Mutlu olmalıydı... Acıdır ki, o gün henüz farkında olmasa da üçüncü çocuğuna hamile olan genç kadın, çocuk yaşından beri kurşuni bir melankolinin esiriydi. Defalarca intihara kalkışmış, kimi zaman hizmetçilerce, kimi zaman da karısının bu haline kederlenmek dışında elinden hiçbir şey gelmeyen zavallı kocasınca kurtarılmıştı. Gebeliği gün ışığına çıkınca, sadece yakın çevresi değil, Le Bon’dan, Markiz’den tanış oldukları da, bir kız olarak dünyaya gelecek ve Rachel adını alacak bebeğin kadının karamsar mizacını değiştireceğini umdular.

Rachel bakışlarını çocuğun buz mavisi gözlerinden ayırmadan sigarasını söndürdü.


Doğumla birlikte Cunda adasındaki akrabaların yanına taşınmıştı Kinneret. Kısa süreliğine yerleştiği bu köyün sıcacık havasında hakikaten yüzüne bir renk gelmiş, donuk bakışları canlanmıştı. Ziyaretlerinde masmavi gözlerindeki farklılığı sezen kocası vakti geldiğinde onun buradan kopmasına razı olamamıştı. Böylece Cunda’lı oldu genç kadınla bebek... Adaçağı kokulu, zeytinyağı kokulu, efelerin savurduğu naralar kokulu günler geçirdiler adada. Herkes mutluydu.

Ailenin lanetli kaderi birkaç yıl sonra kendini gösterdi: Kinneret’in ruhunu kemiren şeytan doğumla kızında vücut bulmuştu. Rachel annesinden de mutsuz gözlerle izledi dünyayı yıllarca. Gün içinde sık sık kayboluyor, nice sonra bir zeytin ağacının kuytusunda çenesi avuçlarında kendi kendine mırıldanırken bulunuyordu. Arkadaşı yoktu. Annesinin birkaç denemesi de köylü çocukların bu zayıf, uzun boylu, bembeyaz tenli anne-kızdan ürkmesiyle sonuçsuz kaldı. Hoş, istemiyordu ki arkadaşları olsun... Geceleri geç saatlere kadar ay ışığında gözbebeklerinde şeytanların efsunlu pırıltılarıyla oturuyor, derdini bir türlü anlayamayan cümle akrabasını acı acı düşünmeye sevk ediyordu- en çok da bu bahtsız hayatın kendi suçu olduğuna inanan annesini... Yıllardır ailenin kadınlarına, ilk kız çocuklarını doğuruncaya dek, azap çektiren melankoli illeti en vahşi çehresiyle bu kızı kuşatmıştı.

Su Madam’ın yüzünde hiç alışık olmadığı, ürkütücü bir karanlık seçti.


Belki de yılın en karanlık gecesiydi. Uzun simsiyah saçlı zayıf kadın Su’nun oturdu pencere’nin ardında belirdi. Simsiyah saçları vardı. Pencereden içeri uzattığı elleri toprakla kirlenmişti. Mavi gözlerinde taşan sabrı, ona doğru eğilmişti. Yaşlı kadının yüzüne çok eskilerden tanıdık bir gülümseme yerleşiverdi. Kucağında kafası koparılmış hintbülbülünü okşayan kızını yakasından tutup sarmaya başladı. ‘Rachel’ dedi kadın. Ağlıyordu kadın, hıçkırarak ağlıyordu, kızı kulaklarını kapadı. Her şey bitti Rachel, senin için geldim. Pencereyi açıp karanlık geceye doğru ağlamaya devam etti kadın, tahammül edilemezdi bu ağlamaya. Seni affettim Rachel. Pencere geniş, gece karanlıktı. Seni almaya geldim Rachel.

Rachel.

Rachel.


Düştü.


Dakikalardır arkasında bir yere bakıp sessizce dudaklarını kıpırdatan yaşlı kadın birden oturduğu sandalyeden cansız, yere düştü. Dehşete kapılmıştı küçük kız, gece onu bulamayan ailesi ve meraklı komşular kapıyı kırınca Su’yu aynı sandalyede büyümüş gözleri yerde yatan kadına mıhlanmış halde buldular. Sonra dilimizi konuşamayan üç oğlunu gördü Su eşyalar kamyona taşınırken. Sonra kapı kilitlendi. Sonra kamyon gitti.

Gidenlerin ardından yanağını ıslatan bir damla yaşı sildi Su ve birden kaldırım taşında unutulmuş- ya da kendisi için bırakılmış- çerçeveyi seçti. Gözlerini pembe pullar örten, upuzun siyah saçlı, genç kadının sararmış fotoğrafı…

özgecik, '05

Utanmazlara duyururum, kağıttan gemi yapmak ukalalık yapmaya yeğdir




Müslümanların ahlaksızlığı kabulü yurdun dört yanında fener alayları ve kutu kutu pense turnuvalarıyla kutlanıyor. Alkollü araba kullanmak bulutlu yer yer sağanak yağışlı hava koşulları nedeniyle minimalize edilirken tüm sokak köpekleri festivalden arta kalan bira kutularını yalamak suretiyle uzun ve zorlu bir maratona hazırlanıyorlar. Tüm sarhoşlar yağmurdan paslanmış sokaklarda kol kola yürüyüp haklarını arıyorlar. Beni benden alıyorlar.
Herkesin hayatına başka bir hakikat hükmeder. Beyhude bir iç çekişten ibaret olsa da ben isem tahakküm altında kalacak olan gider kalan adaları da bir bir batırırım. Sonra özenle biriktirdiğim kağıttan gemilerime biner giderim. Anlamadıklarından değil oysa, anlaşılmayacak şey değil benimkisi. Anlaşılmayacak şey değil hazzetmemek büyük adamların oyunlarından. Anlarlar ve kalırlar; değiştirmek için. Her yalnız adam değişmeye mecburdur çünkü. Yoksa yok edilecektir. Anlayamadıkları gidişidir, ne acı… hele de yalnız gitmeyişi!
Göçmen değildir martı kuşu.. Uzaklaşır yalnızca. Uzaklaşması icap eder, ve bunu anlamaz kıyıda duranlar. Anlamadıkları için suçlarlar martıyı, anlamadıkları için saldırırlar. Onlara göre martinin gidişi yaradılışının getirisi değil, kötücül karakteridir. lanetidir. kıyıda lanet savuranlar oldukça her martı az çok lanetlidir. ve bir gün fark eder ki martı, zaman geçmiş, devran dönmüş. Eski günler mazi, eski dostlar düşman... o zaman ağzını açıp kocaman bağırmak ister: HAYİNLER! SANKİ SİZ... SANKİ SİZ... devamı gelmez, gelmemiştir de önceden. yerin çektiği kadar ağır kanatlarının kaldırdığı kadar hafif yazmıştı ya biri hatıra diye, martı da işte öyle.. çünkü martı bilir, kolay olmasa da susar; onlar daha güçlü. onların değerleri, onların bildikleri, onların acıları bile daha güçlü. Kabul etmeyeceksen kabul edilenlerden seçilmiş alelade bir sureti, ve onlardan olmayacaksan inatla, ve onların doğrularına zıt gideceksen başın dik ve omuzların çökmüş, gideceksin. ve yine martı bilir, giden sensen acı hakkı onlardadır. çünkü onlar o kadar onlardır ki, onların dışına çıkamazlar. ve martı hep bilmiştir, onlardan değildir. o yüzden gidebilir. ve o yüzden göremezler nereye gittiğini.
Yalancı olur uzaklarda çoktan bir kara noktaya dönmüşken, olsun varsın.. ne zaman korktu ki anlaşılmamaktan?!?!?! Ne zaman korktu kendi güneşini doğuramamaktan….

ve bir yerlerde halılar gerçekten uçar.
lambadan cin çıkar.

özgecik
istanbul, genel geçer

Saturday, November 12, 2005

mavi kuş her daim sarhoş-muş

İçeriye girdiğinde tuhaf tuhaf baktılar yüzüne. Kollarındaki yüklere, elbiselerine, eteğinin uzunluğuna bir süre bakıp kendi haline bıraktılar onu. Yalnız başına içki içmeyi seven bir kızdan başkaca bir şey bulamadılar onda besbelli; ne bir neş'eli hoppa, ne bir Karantina'lı Despina... O ise o kadar dalgın, o kadar şaşkın ve o kadar üşümüştü ki bir müddet kendini takip eden ve sonra tekrar bardaklara, küllüklere ve yahut birbirlerine dönen bakışları fark etmedi bile. Geçti, köşedeki bir masaya oturdu, mönüye bakmadan bir 70lik söyledi, bekledi...

Oturduğu yüksekçe sandalyede 20 yaşının o çok hafif ağırlığıyla, biranın tadını ne zaman sevmeye başladığının, yağmurda yürümekten ne zamandır zevk almadığının sorularıyla usul usul bekledi...

Hala yaşarken değerlendiriyordu hayatını, uzaklaşıp bakamıyor, yabancılaşıp gülemiyordu. Bir sigara yaktı. 'Hiçbir oyunu kurallarına göre oynayamayacaksın kızım sen.' Bekledi.

12 yaşındaydı, şimdi nerde olduğunu hatırlamadığı bir balkonda kim olduğunu çıkaramadığı insanlarla oturmuş ilk şişe birasını dizlerine bastırıyordu. Yanaklarının kırmızılaşmaya başladığını hissettiği dakikalarda ilk defa içinden gelmişti kendini bu on-küsürüncü kattan aşağıya bırakıvermek. Uçmayı düşlemişti, düşmeyi düşlemişti.. ve yok olmayı... Kapkara bir boşluk dolmuştu gözlerine, ve içip içip ağlamaya da daha o gün başlamıştı. Sigarasından bir nefes daha çektip küllüğe bastırdı, birası geldi.

70'liğin 4 milyonda biri ne kadardır? Anca dudaklarını ıslatır herhalde adamın. Ne başını döndürür, ne dudaklarına bir gülümseme kondurur. İnsanlık tarihinin 4 milyonda biri ne kadardır? Yaklaşık dört gün... İngilizlerin deyimiyle peanuts, Türklerin deyimiyle devede kulak, Fransızlar kimbilir ne diyordur... 'Güneşli bir anı, güneşli bir anı... Çekip de bulsam şimdi hafızamın bir kıyısından, kurusa dışarıdaki yağmur...'

Bir çift kırmızı rugan pabuç. Temiz... parlak... yeni... Dantelli beyaz çoraplar... Henüz yere değememekten muzdarip, biçare sallanan çırpı çocuk bacakları. Masada koskocaman meysu kayısı şişesi; kahverengi, soğuk... Etrafta, şimdi artık olmayan, o yaşlı insanlar; hepsi gülümseyerek bakan, yüzleri kırış kırış, hep sevecen... Gün boyu koşmaktan, yüzmekten, 'oyundan' bitap düşmüş minicik bedeni, tuzu akıtılmamış açık kumral saçları ve sağında solunda kıpkırmızı güneş yanıkları, ve altı yaşının o tertemiz masumiyetiyle batırdığı Cunda güneşi. Adadaki harabenin ardında kaybolan o turuncu top.. ve ardından başlayan yaz meltemi... 14 sene geçmiş üzerinden, 4 günün 1277,5 katı. Neler yaşamış, nerelerden geçmiş buraya gelene kadar, buraya gelip de şu yüksekçe sandalyeye oturana kadar; ve şimdi o Cunda'da güneşi batıran küçük kıza inat Beşiktaş'ta sıradan bir birahanede, bunca yalnız ruhun/bedenin yanında dışarda yağan/günlerdir yağan/durmadan yağan yağmurda için için paslanıyordu. mavi, gri,mor...

Bir saatten fazlaca olmuş, ikinci bardağın yarısına gelinmiş, ne niye mutsuz olduğunu anlayabilmiş, ne niye ağlamadığını... Ama hep böyle değil miydi bu kız? Kara köpek bahçede yavruladığında, neden en çok o öleceği bilinen, öleceği bilindiğinden uzakta bırakılan, o et yumağını sevmişti? Minicik elleriyle kucaklayıp, bahçenin en uzak köşesinde, yine böyle içi acıyarak, yine böyle ağlamadan, fersiz gözlerini seyre dalmıştı hayvanın... Rüyalarında defalarca o acuzenin bir yerden çıkıp geldiğini görmüştü. Henüz bir şeylerin bitebileceğine inanmadığı çağlardı.

Peki neden 'gelip geçen','yaşanan biten' o dört güne acılanmaya geldiği bu masada durmadan çocukluğu geliyordu gözlerinin önüne?! Belki de büyüklerin dünyasına hala ayak uyduramadığından, oyunlarda bu kadar beceriksiz davranmasından, hala gideceği gelişinden belli olanın ardından bakmasından...

Yaklaşık iki saattir ilk defa yüzüne bir gülümseme yayıldı. Bu akşam hiçbir yere gitmem, dedi kız kendi kendine, yazarım, biriktiririm... 'uzaklaşınca gülmek için, ağzımı kocaman açıp için için ağlamak için.'

özgecik
beşiktaş, ocak ‘05

Friday, November 11, 2005

ay

Uzaktan bakıldığında alelade bir karartıydılar. Kendilerinden başka herkese yavan, herkese uzak, bir kendine tutsak bir yas… Sıradan bir cenaze töreni ve on-on beş kişilik acı bir rastlantı.
Dualar okunmuş, gözyaşları dökülmüş, herkes hayatını devam ettirmeye hazırken fark edildi uzaktaki. Diğerleri gibi siyahlar içinde ama bir yönüyle farklı, bir yönüyle yabancı. Belki bir yas müptelası, cenaze törenlerine katılıp hayatını bulmaya çalışan bir gezgin… Ya da tesadüfen orda bulunan ve topluluğun canını sıkan bir avare. Kim olursa olsun, üzerinde durulmayacak bir şeydi böylesi bir günde; ve durmadılar, gittiler.
Yalnız biri öylece bırakılmayacak kadar önemli buldu onu. Eşarbının altından omzuna dökülen upuzun kuzguni saçları, narin tavırları ve elinde sıkı sıkı tuttuğu intihar mektubuyla o da merak edilendi uzaktaki yabancı için. Ve işte, farklı iklimlerde doğmuş, farklı dilleri konuşan bu iki kadın, bu gri tabloda iki kara nokta, bir şekilde aynı yaşantıyı paylaşıyorlardı. Seven ve sevilen; aynı erkeğe ait iki kadın.
“O sensin değil mi?” dedi sevilen, mektup elinde titredi.
“Kimin kim olduğu belli değil artık bu sarhoş kentte…” kara gözlüklerini çıkarıp kızarmış gözleriyle baktı seven, “ama biliyorum, o sensin!”
Daha fazla konuşmadılar, sözcükleri yoktu. Çıplak ayaklı bir deli, elindeki kanlı baltayla parça parça etmişti sözleri. Birbirlerine çok yaklaşmamaya çalışarak çıktılar mezarlıktan. Büyük demir kapıdan geçtiler; sanki ritüelin bir parçası gibi yan yana, sessiz yürüdüler kutsal kentin modern sokaklarında. Her biri kendi hikayesine gömülmüş, umutsuzca kendi sonunu arıyordu kaldırım taşları arasında. Son buralarda bir yerdeydi şüphesiz, ama sonun başı apayrıydı iki kadın için.

* * *

Monitörde sarı mesaj sinyali yandığında yüzü çocuksu bir gülümsemeyle aydınlandı küçük kızın. On dört yaşıyla ve şimdiden boyalı saçlarıyla internette daha çok vakit geçirmeye başlamıştı. Yüzü olmayan bir aşkı kabul etmek zamanını almıştı aslında, gülünç bulmuştu kendisini, aptal bulmuştu. Ama geceleri onu koruyacak pembe saçlı periye inanmaya başladığında duyduğu huzuru yeniden tatmıştı çocuk kalbi, bir erkeği tanımadan da sevebileceğini anladığında. Oda karanlıktı, ekranın ışığına baktı saat 03.00’dı. Yine gecenin ortasında başlamıştı gün, yine günü güneşe doğuramamıştı. Ama seziyordu, bu adam saatlerin değil, gün ışığının hükmünün geçtiği bir yazgı uydurabilirdi ona. Ve, birlikte gülünç bulabilirlerdi yazgılarını.
Çok geçmeden tüm hayatı bir ufak bavula sığmış, ve minicik kız gurbetini ruhuna sığdırıp çıkmıştı yola. Gitmek için değil, bulmak için. Yolda fark etti ki meğer ne kısaymış hayatı buraya kadar, ve nasıl da yavaşlarmış zaman yolda. Elindeki kağıtta titrek bir el yazısıyla yazılmış adresi aradı sokaklarda, bu umut dolu süreci mümkün olduğunca uzatarak. Rachel Emanu No.85
Rachel Emanu No.85… Heyecanlanamayacak kadar gerçek dışıydı, şaşıramadı bile. Az biraz çirkince bir çene, biraz basık bir alın, birbirinden oldukça ayrık iki ela göz. Ordaydı işte!
Rachel Emanu koca bir evren olmuş, Rachel Emanu minicik bir odaya dolmuştu. Erkek viyolonsel çaldı kadına. Erkek kadına güneşi ve yıldızları çaldı. Ve dokunmadan tenine gözlerine son bir kez baktı. “Bu bir rüya” dedi, “sadece rüya.” Ve rüyadaymış gibi bulanık seviştiler. Her şey eşantiyondu onlar için, her şey tadımlıktı. İlk ve son bakış, ilk ve son öpüşme, ilk ve son sevişme. Kime verildiğinin önemi olmayan ucuz hediyeler… Ucuz hayat parçaları…
Birbirlerine bakmadan ayrıldılar Rachel Emanu No.85’ten. Bitmişti. Biterken bu küçük kızı da bitirmişti. Doldurulmuş bir hayalet döndü ülkesine. Hala seven ama artık beklemeyen. Onun sesini bir kez duymuş, kendini bordo taşlı bir kuyuda bulmuş… ve artık o kuyudan hiç çıkamayacak olan acuze. Sonraki beş yıl nadir aralandı dudakları, ta ki bu karanlık tablonun içine çekilene kadar.
Bunları anlattı işte sevilene. Tüm hikayesi buydu, hepsi bu!

* * *

Her zamanki gibi en ön sırada oturuyordu felsefe sınıfında. Aslında her şey her zamandı onun için. Her zaman upuzundu pırıl pırıl siyah saçları, her zaman güzeldi. Her zaman mutsuzdu. Her zaman sevilendi. O da yine yanında oturuyordu, sessiz, kırılgan. Belirgince ayrık ela gözleri sık sık takılıyordu bu siyah saçlara. Ama o gün, o öğleden sonra saat 15.00’da ilk defa dokunmuştu saçlarına. Kadın şaşkındı, biraz da kızgın. Ne var ki, ilk defa erkeğin sessizliğine uydu o da. Konuşmadı.
Birlikte çıktılar sınıftan. Şimdi çoktan unuttuğu bir nedenle tüm şehri dolaştılar yan yana. Küçük geldi onlara şehir. Sevilmek zordu, biliyordu bunu. Benliği her zaman fazla geliyordu bu küçük kalplere; sevmiyordu sevilmeyi. İşte bu yüzden zaman almıştı erkeğin sevgisine alışmak. Etrafında pervane gibi dönen, onu yumak yumak saran bu abartılı sevgisine… Hele ona tanrıya bakıyormuşçasına bakışına, viyolonsel çalışına, korkunca aniden kaçışına…
Sonra karşılıklı oturdular Rachel Emanu No.85’te. Saatlerce konuştular. Birbirlerinin yüzünden sonsuz harf, sonsuz kelime türettiler. Bir parçası hep kendisine ait olacak kelimeleri güzeldi erkeğin. Yok oluşuna bu kadar bağlı oluşu güzeldi; her an kesiliverecek gibi titrekti sözleri. Seslerinin sıcaklığı bedenlerini de yaktı sonra. Görerek, duyarak, anlayarak; gerçeğin ta kendisi gibi baştan sona defalarca yaşayarak seviştiler.
Sonraki bir yıl durmadan konuştular. Ta ki kadına kelimeler yetersiz gelmeye başlayana kadar; ki o zaman bir uğultu gibi kulağında çınlayan sesin değil içini bulandıran çiğ ela gözlerin tahakkümü altında kalmıştı sevilen. İç çeke çeke konuşmayı sürdürebilirdi belki. Ama öyle yapmadı. Erkeğin hayatını bşr yangın yeri gibi bırakıp gitti. Ve işte üç hafta kadar sonra bu karanlık yaşantıya çekiliverdi.
Bunları anlattı işte sevene. Tüm hikayesi buydu, hepsi bu!

* * *

Üst üste yaktıkları sigaraların sonuncusunu kültablasında ezince, “Gel” dedi sevilen, “bir son yazalım hikayemize.” Hesabı ödeyip çıktılar bardan. İki kadın artık sürüklenmiyorlardı sokaklarda. Uzak durmaya da çalışmıyorlardı birbirlerinden.
Biliyorlardı, kader onların uzaklaşmasına hiç izin vermeyecekti.
85 numaralı dairenin kapısını sevilen açtı. Mabetlerinde ritüelin bir parçası gibi dokundular birbirlerine. Hiçbir şey olmamış gibi seviştiler. O mektup hiç yazılmamış, seven buraya çağrılmamış, bir gece önce bu odada sevilene göz yaşı dökülmemiş. Bu iki kadın bir tesadüf eseri karşılaşmış, bir tesadüf eseri ellerini uzatıp gökteki hilali koparıvermişler. Hilalın kancası bir tesadüf eseri bu kadar soğuk, sivri ve güçlüymüş.
Ve, iki kadın birbirlerine karışan kanları arasında yatarken yerde, ay çoktan batmış.

özgecik
şubat ‘04

beklenmedik anda gelen sevgili'ye düet (keman ve sürekli bas)

Largo

Yaşının baharında bir yorgun dilenci,
Sadaka aşklar, üç beş kuruşun davası bir hayat…

Bir ilmek daha atmalı yalnızlığa.
Yalnızlık koyu soğuk ve gri,
Yalnızlık çekici yapış yapış bir uyku tadında.

Yıllandıkça ağıtlanmış mahzendeki şarap.
Bir kuru gürültü bir acı tat.
Velhasıl bir barok solo suretinde geçmekteymiş hayat…


Adagio

uyandı güneş tavşan uykusundan, tek kişilik
yalın rüyaları deldi yırttı
şimdilik yoktu gelecek olan
bekleniyordu.

İlk gelen meraktı, gözleri açık, kocaman
Koştu, sarktı pencereden, düştü, öldü, yok oldu
Sonra, mor saçlarını savurarak şüphe girdi içeri
Anlaşılmadı; hırsından, yandı, bitti, kül oldu

Ve Kurşuni sessizliğin bölünme tehdidi hasıl
Ve usul usul damlayan bölünme umudu
Gelecek olan şimdilik yoktu
bekleniyordu



gün başladı mahmur gözlerle, yalın kılıç, en geri saflarda
ve tüm neferler yine akşamdan kalma
ve atlar eğersiz, ve yaşamlar değersiz, ve biz
yine habersiz; savaş başlamış çoktan
….


Erkek durdu, baktı, bekledi.
Kadın durdu.
Baktı.
Bekledi.

Erkek gözlerini açtı sonra, karanlığı deldi.
Kadın düşürdü gözlerini önündeki uçuruma, koştu, kuytulara saklandı.
Erkek gülümsemesini buldu, çıkardı, serdi aralarına.
Nefesini sesini çıkardı
Kadın ayaz beyaz elleriyle dondurdu zamanı.

Derken Yağmur başladı istanbul’da
Paslandı şehir
Yağmur başladı istanbul’da, inatçı
Yağmur, yine istanbul’a sancı


(galata köprüsünde bir akşamüstü; balıkçılar, martılar.. köprüüstü bir an, ne güzeldir ki ayaküstü yaşanan. Turuncunun o kısacık hükümranlığında bir bakış ve bir kaçış. Ve o an, şimdi geçmişte sallanıp duran. İşte O akşamüstü orda; balıkçılar ve martılar, anlar.)


Derken Erkek ceketini verdi kadına.
Gözlerini, ellerini, yüreğini…
Ve sonra kelimelerini verdi kadına
-en değerli-
sözlerini verdi.

Gel dedi.



Andante

Bahar geldi sahillere sinmiş yosun kokusuyla
Başladılar yürümeye
Bir dokunuşla mutlandıkları zamanlar oldu
Bir bakışa ağladıkları zamanlar
Kayıkları insanları martıları geçtiler
Zamanı geçtiler
Öyle güzel geçtiler, kadınlar hayran kaldı
Öyle güzel geçtiler, bu yürüyüş taçlandırılmalı!

Yaz geldi, az geldi
ayrılıkla, kavuşmayla
Upuzun bir öğlenden sonra gibi tembel geçti zaman
O zaman
Anladılar zamanın gün yüzlü bebeklere ninni söylediğini
O tanıdık sesiyle, o yabancı
Anladılar, bu yürüyüş taçlandırılmalı!

Güz geldi, tez geldi
Yürüdüler yine sararan yapraklara inat
Ahmak ıslatanlara, adam kandıranlara, sabır taşıranlara
Kıstıranlara, pıstıranlara inat
Yürüyüp geçtiler şehrin tüm çöplüklerini
Lağımlarını ve kanalizasyon çukurlarını geçtiler
Tüm berduşlara göz kırpıp fahişelere selam verdiler
Yürüyüp öğrendiler adımları hızlandırmalı
Öğrendiler bu yürüyüş taçlandırılmalı!

Kış geldi yumuşak beyaz pofurdak
Kış geldi buzlu cam gibi kütürdek
Kayıp kayıp düştüler karda
Batıp batıp çıktılar
Kimliklerini yitirdiler beyazlarda
Cüzdanlarını, anahtarlanırını, hatıralarını
Madem geriye bir yürüyüşleri kaldı
Madem, bu yürüyüş taçlandırılmalı!

Elele geçerlerken, çığlık çığlığa izleyenler
Güller konfetiler
14 pare top atışı,
Ve erdi bahar sardı yine neş’e cihanı!

Vivace

Yaşının baharında bir kocamış sarhoş
Dut şarabından sözler duymuş, mineli
Ah ne hoş! Yaşamak ağır ağır çakırkeyif
Yaşamak birlikte tadarak en tatlı meyi
Ve şimdi
Daha azına da razıyım aslında
Tek parmağındaki mühürlü yüzük olsam

özgecik
istanbul, nisan ‘05