mavi kuş her daim sarhoş-muş
İçeriye girdiğinde tuhaf tuhaf baktılar yüzüne. Kollarındaki yüklere, elbiselerine, eteğinin uzunluğuna bir süre bakıp kendi haline bıraktılar onu. Yalnız başına içki içmeyi seven bir kızdan başkaca bir şey bulamadılar onda besbelli; ne bir neş'eli hoppa, ne bir Karantina'lı Despina... O ise o kadar dalgın, o kadar şaşkın ve o kadar üşümüştü ki bir müddet kendini takip eden ve sonra tekrar bardaklara, küllüklere ve yahut birbirlerine dönen bakışları fark etmedi bile. Geçti, köşedeki bir masaya oturdu, mönüye bakmadan bir 70lik söyledi, bekledi...
Oturduğu yüksekçe sandalyede 20 yaşının o çok hafif ağırlığıyla, biranın tadını ne zaman sevmeye başladığının, yağmurda yürümekten ne zamandır zevk almadığının sorularıyla usul usul bekledi...
Hala yaşarken değerlendiriyordu hayatını, uzaklaşıp bakamıyor, yabancılaşıp gülemiyordu. Bir sigara yaktı. 'Hiçbir oyunu kurallarına göre oynayamayacaksın kızım sen.' Bekledi.
12 yaşındaydı, şimdi nerde olduğunu hatırlamadığı bir balkonda kim olduğunu çıkaramadığı insanlarla oturmuş ilk şişe birasını dizlerine bastırıyordu. Yanaklarının kırmızılaşmaya başladığını hissettiği dakikalarda ilk defa içinden gelmişti kendini bu on-küsürüncü kattan aşağıya bırakıvermek. Uçmayı düşlemişti, düşmeyi düşlemişti.. ve yok olmayı... Kapkara bir boşluk dolmuştu gözlerine, ve içip içip ağlamaya da daha o gün başlamıştı. Sigarasından bir nefes daha çektip küllüğe bastırdı, birası geldi.
70'liğin 4 milyonda biri ne kadardır? Anca dudaklarını ıslatır herhalde adamın. Ne başını döndürür, ne dudaklarına bir gülümseme kondurur. İnsanlık tarihinin 4 milyonda biri ne kadardır? Yaklaşık dört gün... İngilizlerin deyimiyle peanuts, Türklerin deyimiyle devede kulak, Fransızlar kimbilir ne diyordur... 'Güneşli bir anı, güneşli bir anı... Çekip de bulsam şimdi hafızamın bir kıyısından, kurusa dışarıdaki yağmur...'
Bir çift kırmızı rugan pabuç. Temiz... parlak... yeni... Dantelli beyaz çoraplar... Henüz yere değememekten muzdarip, biçare sallanan çırpı çocuk bacakları. Masada koskocaman meysu kayısı şişesi; kahverengi, soğuk... Etrafta, şimdi artık olmayan, o yaşlı insanlar; hepsi gülümseyerek bakan, yüzleri kırış kırış, hep sevecen... Gün boyu koşmaktan, yüzmekten, 'oyundan' bitap düşmüş minicik bedeni, tuzu akıtılmamış açık kumral saçları ve sağında solunda kıpkırmızı güneş yanıkları, ve altı yaşının o tertemiz masumiyetiyle batırdığı Cunda güneşi. Adadaki harabenin ardında kaybolan o turuncu top.. ve ardından başlayan yaz meltemi... 14 sene geçmiş üzerinden, 4 günün 1277,5 katı. Neler yaşamış, nerelerden geçmiş buraya gelene kadar, buraya gelip de şu yüksekçe sandalyeye oturana kadar; ve şimdi o Cunda'da güneşi batıran küçük kıza inat Beşiktaş'ta sıradan bir birahanede, bunca yalnız ruhun/bedenin yanında dışarda yağan/günlerdir yağan/durmadan yağan yağmurda için için paslanıyordu. mavi, gri,mor...
Bir saatten fazlaca olmuş, ikinci bardağın yarısına gelinmiş, ne niye mutsuz olduğunu anlayabilmiş, ne niye ağlamadığını... Ama hep böyle değil miydi bu kız? Kara köpek bahçede yavruladığında, neden en çok o öleceği bilinen, öleceği bilindiğinden uzakta bırakılan, o et yumağını sevmişti? Minicik elleriyle kucaklayıp, bahçenin en uzak köşesinde, yine böyle içi acıyarak, yine böyle ağlamadan, fersiz gözlerini seyre dalmıştı hayvanın... Rüyalarında defalarca o acuzenin bir yerden çıkıp geldiğini görmüştü. Henüz bir şeylerin bitebileceğine inanmadığı çağlardı.
Peki neden 'gelip geçen','yaşanan biten' o dört güne acılanmaya geldiği bu masada durmadan çocukluğu geliyordu gözlerinin önüne?! Belki de büyüklerin dünyasına hala ayak uyduramadığından, oyunlarda bu kadar beceriksiz davranmasından, hala gideceği gelişinden belli olanın ardından bakmasından...
Yaklaşık iki saattir ilk defa yüzüne bir gülümseme yayıldı. Bu akşam hiçbir yere gitmem, dedi kız kendi kendine, yazarım, biriktiririm... 'uzaklaşınca gülmek için, ağzımı kocaman açıp için için ağlamak için.'
özgecik
beşiktaş, ocak ‘05
Oturduğu yüksekçe sandalyede 20 yaşının o çok hafif ağırlığıyla, biranın tadını ne zaman sevmeye başladığının, yağmurda yürümekten ne zamandır zevk almadığının sorularıyla usul usul bekledi...
Hala yaşarken değerlendiriyordu hayatını, uzaklaşıp bakamıyor, yabancılaşıp gülemiyordu. Bir sigara yaktı. 'Hiçbir oyunu kurallarına göre oynayamayacaksın kızım sen.' Bekledi.
12 yaşındaydı, şimdi nerde olduğunu hatırlamadığı bir balkonda kim olduğunu çıkaramadığı insanlarla oturmuş ilk şişe birasını dizlerine bastırıyordu. Yanaklarının kırmızılaşmaya başladığını hissettiği dakikalarda ilk defa içinden gelmişti kendini bu on-küsürüncü kattan aşağıya bırakıvermek. Uçmayı düşlemişti, düşmeyi düşlemişti.. ve yok olmayı... Kapkara bir boşluk dolmuştu gözlerine, ve içip içip ağlamaya da daha o gün başlamıştı. Sigarasından bir nefes daha çektip küllüğe bastırdı, birası geldi.
70'liğin 4 milyonda biri ne kadardır? Anca dudaklarını ıslatır herhalde adamın. Ne başını döndürür, ne dudaklarına bir gülümseme kondurur. İnsanlık tarihinin 4 milyonda biri ne kadardır? Yaklaşık dört gün... İngilizlerin deyimiyle peanuts, Türklerin deyimiyle devede kulak, Fransızlar kimbilir ne diyordur... 'Güneşli bir anı, güneşli bir anı... Çekip de bulsam şimdi hafızamın bir kıyısından, kurusa dışarıdaki yağmur...'
Bir çift kırmızı rugan pabuç. Temiz... parlak... yeni... Dantelli beyaz çoraplar... Henüz yere değememekten muzdarip, biçare sallanan çırpı çocuk bacakları. Masada koskocaman meysu kayısı şişesi; kahverengi, soğuk... Etrafta, şimdi artık olmayan, o yaşlı insanlar; hepsi gülümseyerek bakan, yüzleri kırış kırış, hep sevecen... Gün boyu koşmaktan, yüzmekten, 'oyundan' bitap düşmüş minicik bedeni, tuzu akıtılmamış açık kumral saçları ve sağında solunda kıpkırmızı güneş yanıkları, ve altı yaşının o tertemiz masumiyetiyle batırdığı Cunda güneşi. Adadaki harabenin ardında kaybolan o turuncu top.. ve ardından başlayan yaz meltemi... 14 sene geçmiş üzerinden, 4 günün 1277,5 katı. Neler yaşamış, nerelerden geçmiş buraya gelene kadar, buraya gelip de şu yüksekçe sandalyeye oturana kadar; ve şimdi o Cunda'da güneşi batıran küçük kıza inat Beşiktaş'ta sıradan bir birahanede, bunca yalnız ruhun/bedenin yanında dışarda yağan/günlerdir yağan/durmadan yağan yağmurda için için paslanıyordu. mavi, gri,mor...
Bir saatten fazlaca olmuş, ikinci bardağın yarısına gelinmiş, ne niye mutsuz olduğunu anlayabilmiş, ne niye ağlamadığını... Ama hep böyle değil miydi bu kız? Kara köpek bahçede yavruladığında, neden en çok o öleceği bilinen, öleceği bilindiğinden uzakta bırakılan, o et yumağını sevmişti? Minicik elleriyle kucaklayıp, bahçenin en uzak köşesinde, yine böyle içi acıyarak, yine böyle ağlamadan, fersiz gözlerini seyre dalmıştı hayvanın... Rüyalarında defalarca o acuzenin bir yerden çıkıp geldiğini görmüştü. Henüz bir şeylerin bitebileceğine inanmadığı çağlardı.
Peki neden 'gelip geçen','yaşanan biten' o dört güne acılanmaya geldiği bu masada durmadan çocukluğu geliyordu gözlerinin önüne?! Belki de büyüklerin dünyasına hala ayak uyduramadığından, oyunlarda bu kadar beceriksiz davranmasından, hala gideceği gelişinden belli olanın ardından bakmasından...
Yaklaşık iki saattir ilk defa yüzüne bir gülümseme yayıldı. Bu akşam hiçbir yere gitmem, dedi kız kendi kendine, yazarım, biriktiririm... 'uzaklaşınca gülmek için, ağzımı kocaman açıp için için ağlamak için.'
özgecik
beşiktaş, ocak ‘05
0 Comments:
Post a Comment
<< Home