Tuesday, November 08, 2005

bölük pörçük masal

b e k l e y i ş

20.45 vapuru boşalıyordu. Elleri kolları yüklerle dolu köylüler, işlerinden dönen takım elbiseli donuk yüzlü adamlar, günün modasına uygun giyinmiş, kollarının altında kitaplarıyla üniversiteli gençler ve art arda sendeleyerek yürüyen sarhoşlar ayyaşlar serseriler... hepsi ve her biri dalga dalga üzerine geliyordu. Başı döndü. Yıkılacak, düşecek, ayaklar altında paramparça olacak gibiydi. Oysa hemen yanı başında düğme kadar bir çingen çocuğu darbukası üzerinde kelebekler gibi kıpır kıpır oynaşan kapkara parmaklarıyla meydan okuyordu bu kalabalığa. O yapamıyordu... Çocuk aitti bu tabloya, o değildi. Acemi bir fırçayla, silik, eğrelti... iliştirilmişti bir köşeye. Saatler vardı ki bekliyordu iskelenin önünde, demirlere yaslanmış, sigara üzerinde sigara içmiş... Beklemiş...

Ne zormuş meğer ikinci kadın olmak. Hep kendinden yana bir tercihi umarak, içten içe, tanımadığı 'diğer' kadını kıskanarak, kısa soluklarda sahip olduğu, kaybedeceğinin bilinciyle dokunduğu adamı durmaksızın bekleyerek... ikinci kadın olmak.
'Çıkamayabilirim, bekleme.' Çıkamayabilirdi. Bırakmayabilirdi sevgilisi. Bırakmama hakkı vardı onun. İsterse alıkoyar bir ömür çıkarmazdı evinden. 'Gelebilecek gibi olursam ararım, sen bekleme.' Ne diyecekti ki arayıp? Ben çıkabildim. Çıkmama izin verdi. Gelebiliyorum. Bekle.

Aramamıştı.

Paketteki son sigarasını da ezdi botlarının altında. Aslında saatler vardı ya bildiği, gelmeyecekti bugün. Upuzun kömür karası saçlarını ensesinden toparlayıp sağ omzundan aşağı sallandırdı. Lacivert kot ceketinin düğmelerini göğsüne kadar ilikledi, bahar akşamlarında hava birden serinleyiveriyordu İstanbul'da. Son kez dönüp baktı şimdi bomboş olmuş vapura ve yüzünün çizgileri hiç değişmeden döndü, çiçekçilerin, işportacıların ve durmadan bir yerlere koşuşturan kalabalığın arasında kapkara bir noktaya dönüştü.


y ü r ü y ü ş

Tiyatro binasına yöneldi alışkanlıkla, kapıda duraksadı, bu mevsimde kimse olmazdı içerde. Yanlış mevsim... Gerisin geri dönüp ışıklara yürüdü, karşıdan karşıya geçti, çarşıya daldı. Kararsız gezindi dükkanların arasında, taze sebze, taze kahve, envayi çeşit baharat kokusunu çekti içine. Kadıköy'ü seviyordu. Ait olmasa da, olamasa da seviyordu. Şimdi tenhalaşmış sayılırdı sokaklar, gölgeler uzuyor, sesler perde perde sönüyor, dükkanlar birer ikişer kapanıyordu. Böyle zamanlarda esnafın dönüp gülümsediği de olurdu avarelere. Genelde 'amca' olurdu onlar, saçları kır, gözlerinde bir 'halden anlayanlık', bir 'insan sarraflığı', bir ' kaçın kuralığı' parıltısı olurdu. Onlar kendilerince tanıyorlardı bu genç kadını. Bir anlam vermişlerdi ona, bir biçim, bir seda. Biliyorlardı onu güya.

Biliyorlar beni güya, diye geçirdi içinden alayla. Tanıyorlar... Ben bile hiçbir şeyi bilemezken... Yanından geçen genç anneyle kızına baktı. Kadın kendiyle yaşıttı hemen hemen. Uzun bordo hırkasının peluş yakasını sade bir broşla tutturmuş, omzuna süet siyah bir çanta asmıştı. Elinden tuttuğu küçük kız 5-6 yaşlarında pembeler içinde, kolunda sarışın bir oyuncak bebek, başını süsleyen kumral lüleler, beyaz kurdaleler... Ne güzeldiler şu akşam saatinde. Bir geçmişleri, bir kimlikleri, güzellikleri vardı. Anlatılabilen, dinlenen, tahmin edilen hikayeleri; görülen, takdir edilen, gıpta edilen güzellikleri vardı. Onun yoktu. Yalnız bir isim, bir tercihti tüm hikayesi.

Acı bir fren sesiyle sıçradı. Düşünceleriyle boğuşurken çarşıdan çıkmış, Moda'ya kadar uzanmış, anacaddenin ortasında kalakalmış. Bıyıklı, tesbihli taksi şoförünün küfürleri arasında koşaradım kaldırıma çıktı. Utanmıştı. İnsanların ona bakmamasını umarak yüzünü denize döndü. Hava iyiden iyiye kararmış, geceyi delen hınzır ışıklar yanıvermişti karşı kıyıda. Eğilip beli hizasındaki duvara yaslandı. Gözyaşları döküldü ilk defa. Hatırladığı kadarıyla ilk defa. Bugün bir kez daha ondan vazgeçilmişti. Bir kez daha tercih edilmeyen olmuştu. Gözyaşları yanaklarını ıslattı. Gözyaşları ıslattı yanaklarını ve pudrasında uzun ince çizgiler oluşturdu. Siyah göz makyajı aktı gözkapakları gölgelendi. Poyraz uzun siyah saçlarını dağıttı. Ağladı. Acısını usul usul damıtarak, ince ince süzerek...ağladı.

-İyi akşamlar, ateşiniz var mı?

Sesin geldiği yöne döndü. Ses bıçak gibi kesmişti efkarını. İkinci kişi gelince yaşanmıyordu hüzün. İki kişilik hüzün ancak seyirlik oluyordu. Ses kıvır kıvır sarı saçlarla örtülü bir başa aitti. Alkollüydü ses, sallanıyordu, üşüyordu. Siyah ceketinin yakasını çenesine dek kaldırmış; kısık, yeşil gözleriyle bakıyordu. Yakışıklıydı ses, yakışıyordu bu geceye.

-İyi misiniz? Neyiniz var?

Dönüp duvara oturdu, çantasını karıştırıp çakmağını buldu, adama uzattı. Adam sigarasını yaktı, yüzü bir saniyelik aydınlandı. Geldi, yanına oturdu bir sigara da kadına yaktı. Arkalarında deniz, üzerlerinde mehtap, önlerinde gittikçe boşalan asfalt.. öylece, sessiz durdular bir süre. Sigara içtiler. Birbirlerinin varlığından rahatsız olmuşa benzemiyorlardı. Yanımda bir yabancıyla bir akşam vakti Moda'da oturup susuyorum, diye düşündü kadın, düşüncesiyle memnun gülümsedi. Yanında bir yabancıyla bir akşam vakti Moda'da oturup susuyordu, diye değiştirdi kafasında cümlesini. Hikayesini yazmaya başladı.


raviyan-ı akbar şöyle h i k a y e t eder ve nakılan-ı asar şöyle r i v a y e t ederler ki

Mine. 27 yaşında. Uzun siyah saçlı, soluk tenli, ince yapılı bir genç kadın. Konservatuvar Resim Bölümü Mezunu, işsiz. Ara sıra bir sanat dergisinde editörlük yapan arkadaşı için bir şeyler çizer. Kadıköy' de tek odalı bir bodrum katında oyuncu bir arkadaşıyla yaşar.
Adana'da doğmuş, bir çeyrek asır önce İstanbul'a getirilmişti Mine, Emine adıyla.

Adana'da 3 katlı bir konağın güllerle, asmalarla süslü bahçesinin unutulmuş bir köşesindeki müştemilatta doğmuş. Koca konağın haşmeti altında bir kat daha ezilen bir kat daha küçülen müştemilatta. Bu doğumun ardında esrarlı ve yasak bir aşk hikayesi varmış. Konağın hizmetçisi kadın (bir adı yok henüz) genç ve sağlıklı bir yörük kızıymış. Dağ meltemlerinin coşkusunu taşırmış dalga dalga saçlarında. Vakitsiz açan yaban çiçekleri gibi hırçın, o kadar kırılgan, öylesine farklıymış konaktaki cümle kadından. Sabahtan akşama her işe koşar yine de yorulmazmış. Bu haliyle bir yandan o korseli, işli pullu dantelli kadınların kıskanç nazarını kazanmıştı, öte taraftan beyin şehvet oldu süzüşlerini. Yusuf Bey... kır saçlı, güçlü, iktidar sahibi... Mavi gözlerinin kanun hükmündeki parıltısı... Kocaman ellerinin okşamalarındaki o karşı konulmazlık...

Ve işte Emine. Doğuma kadar verilen izin, sonrasında kapı önüne konulmuşluk. 40'ı çıkmamış bir bebek, ölen kocadan yadigar 5 yaşında bir oğul ve kapı önüne konulmuşluk. Oğlan gene duruyor ayakları üzerinde bir parça ekmek olsa bölüşülür. Ama bebek öyle mi ya... Bakıma muhtaç, altında beşiğe üstünde dama muhtaç... Üstüne üstlük bir de sorumlusu bu sürgünün. Oğlanın ne de olsa yarın öbür gün eli ekmek tutar. Bebek hiç öyle mi ya... Öyle mi ya...?!

Emine bebek yarı soylu, yarı aç, topu tamamı 3 kilo, topu tamamı terk edilmiş bulunmuştu cami avlusunda. Ondan vazgeçilmiş, ağabeyi tercih edilmişti. Çocuk esirgeme kurumunda bakılmış iki yaşına kadar, kendisini sevecek, onca çocuk arasından kendisini seçecek bir aile çıkmasını beklemişti. Harfler heceler bir araya gelip dudaklarından sözcükler dökülmeye başladığında bu tercih onun bir parçası olmuştu çoktan. Terkedilmiştikti onun kimliği, hikayesi, her şeyi. Elleri, parmakları, saçları, topyekün tüm varlığı terk edilmişti.

Sonra geldiler. Aldılar. Götürdüler.

İstanbul'da bir evin bir kızı, bir narin gonca, bir nazlı kuzu oldu Mine. Bale dersleri aldı, keman dersleri aldı. Oyuncakları oldu sepet sepet. Rengarek kitapları, giysileri... Sonunda resme merak sardı. Acemiyce tuttuğu pastel boyayla koca bir köşk çizdi önce kağıda. Sonra bir kadın ve elinden tutan bir küçük oğlan çocuğu. Kendisini çizmedi, kağıtta yer kalmamıştı.
Büyüdü Mine. Sarışın ailesinin aksine kuzguni uzadı saçları. Bir de o avluda geçirdiği geceden olacak soluk teni hiç allanmadı, elleri parmakları hiç ısınmadı. Hep biraz sessiz, biraz melankolik, biraz dertli kaldı.

Sonra aşık oldu Mine. Aşık oluverdi konservatuvarın bahçesinde keman çalan uzun saçlı adama. Yanına gidip dinledi. Tzigane Rhapsody'yi çalıyordu. İçinde bir şeyler sıkıştı Mine'nin, bir şeyler koptu, bir şeyler kanadı. Parça bittiğinde dönüp bu tek dinleyicisine gülümsedi komposizyon bölümü son sınıf öğrencisi, uzun kumral saçlı ve 2 aydır nişanlı Selim Uras. 'Beğendin mi?' diye sordu. Mine gülümsedi. Gülümsemesi dondu kaldı.

Bazen sadece onun için çalmaya başladı Selim. Kadıköy'deki tek odalı evinde o çizerken, uyurken, sigara içerken çalmaya başladı. Bazen. Nişanlısıyla yaşadığı İstinye'deki evinde olmadığı zamanlar. Bir bahane uydurup dışarı çıkabildiği, yahut zaten dışarıdayken ona uğrayabildiği zamanlar. İki sene sallandı bu dengesiz terazi. İki sene kimse bir diğerinden vazgeçemedi. İki sene hiç gerçekten sahip olmadığını kaybetmekten korkarak yaşadı Mine. Biliyordu, bir gün çıkacaktı bu kapıdan ve bir daha gelmeyecekti geriye. Seçimini yapacaktı. Ve aslında onun zaten belli seçimini bekleyerek geçirecekti ne kadar süreceğini bile bilmediği bu zamanı. Biliyordu, tıpkı aklı ilk erdiğinde 'Annem beni bıraktı.' dediği gibi bir gün gelecek, 'Selim beni bıraktı.' diyecekti. Ve sonra bir bahar akşamı Beşiktaş iskelesi önünde 20.45 vapurunun dağılmasıyla yüzüne çarptı gerçek. Ellerini ceplerine soktu. Yürüdü. Baktı. Seyretti. Düşündü. Anladı. Ve sonra Moda'da denize nazır durdu ve ağladı.

-İyi akşamlar, ateşiniz var mı?, dedi biri.

Sesin geldiği yöne döndü. Ses kıvır kıvır sarı saçlarla örtülü bir başa aitti. Alkollüydü ses, sallanıyordu, üşüyordu. Siyah ceketinin yakasını çenesine dek kaldırmış; kısık, yeşil gözleriyle bakıyordu. Yakışıklıydı ses, yakışıyordu bu geceye.

-İyi misiniz? Neyiniz var?

Dönüp duvara oturdu, çantasını karıştırıp çakmağını buldu, adama uzattı. Adam sigarasını yaktı, yüzü bir saniyelik aydınlandı. Geldi, yanına oturdu bir sigara da kadına yaktı. Arkalarında deniz, üzerlerinde mehtap, önlerinde gittikçe boşalan asfalt.. öylece, durmadan anlattı hikayesini. Dinledi genç adam. Öne arkaya salladığı sarı bukleleriyle, sarhoş, kısık gözleriyle anladı genç adam. Çantasından iki bira çıkardı, içtiler, konuştular, güldüler. Sonra kalkıp sahile indiler, kayalıklara oturdular. Tüm kent hülyalı bir salınımdayken onlar susup birbirlerine baktılar. Kendi manalarını karşılarındaki yabancı çehrede aradılar. Kabul görenlerden anlam biçtiler birbirlerine. Hiçbir şeyi anlamaz hale gelmişken -alkolden ve kentten- tutup birbirlerini tanıyıverdiler. 'Sen gecesin' dedi adam, 'gece gibi karanlıksın. Ve ben güneşim, güneş gibi yalnızım.' Uzun parmaklarını tuttu Mine'nin, soğuğuna dokundu. Kadınsa ısınıverdi baştan aşağıya, gözyaşları kurudu, yanakları renklendi. 'Gitme bir yere Güneş' dedi. 'Gerekirse hiç 'Gece' olmasın, sen hep kal.' Sarışın baş kadına dönüp gülümsedi.


h a k i k a t

Dönüp duvara oturdu, çantasını karıştırıp çakmağını buldu, adama uzattı. Adam sigarasını yaktı, yüzü bir saniyelik aydınlandı. Geldi, yanına oturdu bir sigara da kadına yaktı. Arkalarında deniz, üzerlerinde mehtap, önlerinde gittikçe boşalan asfalt.. öylece, sessiz durdular bir süre. Sigara içtiler. Birbirlerinin varlığından rahatsız olmuşa benzemiyorlardı. Yanımda bir yabancıyla bir akşam vakti Moda'da oturup susuyorum, diye düşündü kadın, düşüncesiyle memnun gülümsedi.

Önlerinden bir sarı Bostancı dolmuşu, bir turuncu volkswagen, bir tinerci çocuk geçti. Sustular. Adam sigarasını attı yere, sendeleyerek söndürmeye çalıştı. Beceriksizce güldü. Çantasını almak için döndüğünde kadını fark edip 'Şey.. İyi akşamlar, sizi de rahatsız ettim' dedi. Çantasının fermuarıyla oynayarak ve sekerek ve sallanarak yürüdü, gitti.


özgecik
İstanbul, şubat ‘05

0 Comments:

Post a Comment

<< Home