ay
Uzaktan bakıldığında alelade bir karartıydılar. Kendilerinden başka herkese yavan, herkese uzak, bir kendine tutsak bir yas… Sıradan bir cenaze töreni ve on-on beş kişilik acı bir rastlantı.
Dualar okunmuş, gözyaşları dökülmüş, herkes hayatını devam ettirmeye hazırken fark edildi uzaktaki. Diğerleri gibi siyahlar içinde ama bir yönüyle farklı, bir yönüyle yabancı. Belki bir yas müptelası, cenaze törenlerine katılıp hayatını bulmaya çalışan bir gezgin… Ya da tesadüfen orda bulunan ve topluluğun canını sıkan bir avare. Kim olursa olsun, üzerinde durulmayacak bir şeydi böylesi bir günde; ve durmadılar, gittiler.
Yalnız biri öylece bırakılmayacak kadar önemli buldu onu. Eşarbının altından omzuna dökülen upuzun kuzguni saçları, narin tavırları ve elinde sıkı sıkı tuttuğu intihar mektubuyla o da merak edilendi uzaktaki yabancı için. Ve işte, farklı iklimlerde doğmuş, farklı dilleri konuşan bu iki kadın, bu gri tabloda iki kara nokta, bir şekilde aynı yaşantıyı paylaşıyorlardı. Seven ve sevilen; aynı erkeğe ait iki kadın.
“O sensin değil mi?” dedi sevilen, mektup elinde titredi.
“Kimin kim olduğu belli değil artık bu sarhoş kentte…” kara gözlüklerini çıkarıp kızarmış gözleriyle baktı seven, “ama biliyorum, o sensin!”
Daha fazla konuşmadılar, sözcükleri yoktu. Çıplak ayaklı bir deli, elindeki kanlı baltayla parça parça etmişti sözleri. Birbirlerine çok yaklaşmamaya çalışarak çıktılar mezarlıktan. Büyük demir kapıdan geçtiler; sanki ritüelin bir parçası gibi yan yana, sessiz yürüdüler kutsal kentin modern sokaklarında. Her biri kendi hikayesine gömülmüş, umutsuzca kendi sonunu arıyordu kaldırım taşları arasında. Son buralarda bir yerdeydi şüphesiz, ama sonun başı apayrıydı iki kadın için.
* * *
Monitörde sarı mesaj sinyali yandığında yüzü çocuksu bir gülümsemeyle aydınlandı küçük kızın. On dört yaşıyla ve şimdiden boyalı saçlarıyla internette daha çok vakit geçirmeye başlamıştı. Yüzü olmayan bir aşkı kabul etmek zamanını almıştı aslında, gülünç bulmuştu kendisini, aptal bulmuştu. Ama geceleri onu koruyacak pembe saçlı periye inanmaya başladığında duyduğu huzuru yeniden tatmıştı çocuk kalbi, bir erkeği tanımadan da sevebileceğini anladığında. Oda karanlıktı, ekranın ışığına baktı saat 03.00’dı. Yine gecenin ortasında başlamıştı gün, yine günü güneşe doğuramamıştı. Ama seziyordu, bu adam saatlerin değil, gün ışığının hükmünün geçtiği bir yazgı uydurabilirdi ona. Ve, birlikte gülünç bulabilirlerdi yazgılarını.
Çok geçmeden tüm hayatı bir ufak bavula sığmış, ve minicik kız gurbetini ruhuna sığdırıp çıkmıştı yola. Gitmek için değil, bulmak için. Yolda fark etti ki meğer ne kısaymış hayatı buraya kadar, ve nasıl da yavaşlarmış zaman yolda. Elindeki kağıtta titrek bir el yazısıyla yazılmış adresi aradı sokaklarda, bu umut dolu süreci mümkün olduğunca uzatarak. Rachel Emanu No.85
Rachel Emanu No.85… Heyecanlanamayacak kadar gerçek dışıydı, şaşıramadı bile. Az biraz çirkince bir çene, biraz basık bir alın, birbirinden oldukça ayrık iki ela göz. Ordaydı işte!
Rachel Emanu koca bir evren olmuş, Rachel Emanu minicik bir odaya dolmuştu. Erkek viyolonsel çaldı kadına. Erkek kadına güneşi ve yıldızları çaldı. Ve dokunmadan tenine gözlerine son bir kez baktı. “Bu bir rüya” dedi, “sadece rüya.” Ve rüyadaymış gibi bulanık seviştiler. Her şey eşantiyondu onlar için, her şey tadımlıktı. İlk ve son bakış, ilk ve son öpüşme, ilk ve son sevişme. Kime verildiğinin önemi olmayan ucuz hediyeler… Ucuz hayat parçaları…
Birbirlerine bakmadan ayrıldılar Rachel Emanu No.85’ten. Bitmişti. Biterken bu küçük kızı da bitirmişti. Doldurulmuş bir hayalet döndü ülkesine. Hala seven ama artık beklemeyen. Onun sesini bir kez duymuş, kendini bordo taşlı bir kuyuda bulmuş… ve artık o kuyudan hiç çıkamayacak olan acuze. Sonraki beş yıl nadir aralandı dudakları, ta ki bu karanlık tablonun içine çekilene kadar.
Bunları anlattı işte sevilene. Tüm hikayesi buydu, hepsi bu!
* * *
Her zamanki gibi en ön sırada oturuyordu felsefe sınıfında. Aslında her şey her zamandı onun için. Her zaman upuzundu pırıl pırıl siyah saçları, her zaman güzeldi. Her zaman mutsuzdu. Her zaman sevilendi. O da yine yanında oturuyordu, sessiz, kırılgan. Belirgince ayrık ela gözleri sık sık takılıyordu bu siyah saçlara. Ama o gün, o öğleden sonra saat 15.00’da ilk defa dokunmuştu saçlarına. Kadın şaşkındı, biraz da kızgın. Ne var ki, ilk defa erkeğin sessizliğine uydu o da. Konuşmadı.
Birlikte çıktılar sınıftan. Şimdi çoktan unuttuğu bir nedenle tüm şehri dolaştılar yan yana. Küçük geldi onlara şehir. Sevilmek zordu, biliyordu bunu. Benliği her zaman fazla geliyordu bu küçük kalplere; sevmiyordu sevilmeyi. İşte bu yüzden zaman almıştı erkeğin sevgisine alışmak. Etrafında pervane gibi dönen, onu yumak yumak saran bu abartılı sevgisine… Hele ona tanrıya bakıyormuşçasına bakışına, viyolonsel çalışına, korkunca aniden kaçışına…
Sonra karşılıklı oturdular Rachel Emanu No.85’te. Saatlerce konuştular. Birbirlerinin yüzünden sonsuz harf, sonsuz kelime türettiler. Bir parçası hep kendisine ait olacak kelimeleri güzeldi erkeğin. Yok oluşuna bu kadar bağlı oluşu güzeldi; her an kesiliverecek gibi titrekti sözleri. Seslerinin sıcaklığı bedenlerini de yaktı sonra. Görerek, duyarak, anlayarak; gerçeğin ta kendisi gibi baştan sona defalarca yaşayarak seviştiler.
Sonraki bir yıl durmadan konuştular. Ta ki kadına kelimeler yetersiz gelmeye başlayana kadar; ki o zaman bir uğultu gibi kulağında çınlayan sesin değil içini bulandıran çiğ ela gözlerin tahakkümü altında kalmıştı sevilen. İç çeke çeke konuşmayı sürdürebilirdi belki. Ama öyle yapmadı. Erkeğin hayatını bşr yangın yeri gibi bırakıp gitti. Ve işte üç hafta kadar sonra bu karanlık yaşantıya çekiliverdi.
Bunları anlattı işte sevene. Tüm hikayesi buydu, hepsi bu!
* * *
Üst üste yaktıkları sigaraların sonuncusunu kültablasında ezince, “Gel” dedi sevilen, “bir son yazalım hikayemize.” Hesabı ödeyip çıktılar bardan. İki kadın artık sürüklenmiyorlardı sokaklarda. Uzak durmaya da çalışmıyorlardı birbirlerinden.
Biliyorlardı, kader onların uzaklaşmasına hiç izin vermeyecekti.
85 numaralı dairenin kapısını sevilen açtı. Mabetlerinde ritüelin bir parçası gibi dokundular birbirlerine. Hiçbir şey olmamış gibi seviştiler. O mektup hiç yazılmamış, seven buraya çağrılmamış, bir gece önce bu odada sevilene göz yaşı dökülmemiş. Bu iki kadın bir tesadüf eseri karşılaşmış, bir tesadüf eseri ellerini uzatıp gökteki hilali koparıvermişler. Hilalın kancası bir tesadüf eseri bu kadar soğuk, sivri ve güçlüymüş.
Ve, iki kadın birbirlerine karışan kanları arasında yatarken yerde, ay çoktan batmış.
özgecik
şubat ‘04
Dualar okunmuş, gözyaşları dökülmüş, herkes hayatını devam ettirmeye hazırken fark edildi uzaktaki. Diğerleri gibi siyahlar içinde ama bir yönüyle farklı, bir yönüyle yabancı. Belki bir yas müptelası, cenaze törenlerine katılıp hayatını bulmaya çalışan bir gezgin… Ya da tesadüfen orda bulunan ve topluluğun canını sıkan bir avare. Kim olursa olsun, üzerinde durulmayacak bir şeydi böylesi bir günde; ve durmadılar, gittiler.
Yalnız biri öylece bırakılmayacak kadar önemli buldu onu. Eşarbının altından omzuna dökülen upuzun kuzguni saçları, narin tavırları ve elinde sıkı sıkı tuttuğu intihar mektubuyla o da merak edilendi uzaktaki yabancı için. Ve işte, farklı iklimlerde doğmuş, farklı dilleri konuşan bu iki kadın, bu gri tabloda iki kara nokta, bir şekilde aynı yaşantıyı paylaşıyorlardı. Seven ve sevilen; aynı erkeğe ait iki kadın.
“O sensin değil mi?” dedi sevilen, mektup elinde titredi.
“Kimin kim olduğu belli değil artık bu sarhoş kentte…” kara gözlüklerini çıkarıp kızarmış gözleriyle baktı seven, “ama biliyorum, o sensin!”
Daha fazla konuşmadılar, sözcükleri yoktu. Çıplak ayaklı bir deli, elindeki kanlı baltayla parça parça etmişti sözleri. Birbirlerine çok yaklaşmamaya çalışarak çıktılar mezarlıktan. Büyük demir kapıdan geçtiler; sanki ritüelin bir parçası gibi yan yana, sessiz yürüdüler kutsal kentin modern sokaklarında. Her biri kendi hikayesine gömülmüş, umutsuzca kendi sonunu arıyordu kaldırım taşları arasında. Son buralarda bir yerdeydi şüphesiz, ama sonun başı apayrıydı iki kadın için.
* * *
Monitörde sarı mesaj sinyali yandığında yüzü çocuksu bir gülümsemeyle aydınlandı küçük kızın. On dört yaşıyla ve şimdiden boyalı saçlarıyla internette daha çok vakit geçirmeye başlamıştı. Yüzü olmayan bir aşkı kabul etmek zamanını almıştı aslında, gülünç bulmuştu kendisini, aptal bulmuştu. Ama geceleri onu koruyacak pembe saçlı periye inanmaya başladığında duyduğu huzuru yeniden tatmıştı çocuk kalbi, bir erkeği tanımadan da sevebileceğini anladığında. Oda karanlıktı, ekranın ışığına baktı saat 03.00’dı. Yine gecenin ortasında başlamıştı gün, yine günü güneşe doğuramamıştı. Ama seziyordu, bu adam saatlerin değil, gün ışığının hükmünün geçtiği bir yazgı uydurabilirdi ona. Ve, birlikte gülünç bulabilirlerdi yazgılarını.
Çok geçmeden tüm hayatı bir ufak bavula sığmış, ve minicik kız gurbetini ruhuna sığdırıp çıkmıştı yola. Gitmek için değil, bulmak için. Yolda fark etti ki meğer ne kısaymış hayatı buraya kadar, ve nasıl da yavaşlarmış zaman yolda. Elindeki kağıtta titrek bir el yazısıyla yazılmış adresi aradı sokaklarda, bu umut dolu süreci mümkün olduğunca uzatarak. Rachel Emanu No.85
Rachel Emanu No.85… Heyecanlanamayacak kadar gerçek dışıydı, şaşıramadı bile. Az biraz çirkince bir çene, biraz basık bir alın, birbirinden oldukça ayrık iki ela göz. Ordaydı işte!
Rachel Emanu koca bir evren olmuş, Rachel Emanu minicik bir odaya dolmuştu. Erkek viyolonsel çaldı kadına. Erkek kadına güneşi ve yıldızları çaldı. Ve dokunmadan tenine gözlerine son bir kez baktı. “Bu bir rüya” dedi, “sadece rüya.” Ve rüyadaymış gibi bulanık seviştiler. Her şey eşantiyondu onlar için, her şey tadımlıktı. İlk ve son bakış, ilk ve son öpüşme, ilk ve son sevişme. Kime verildiğinin önemi olmayan ucuz hediyeler… Ucuz hayat parçaları…
Birbirlerine bakmadan ayrıldılar Rachel Emanu No.85’ten. Bitmişti. Biterken bu küçük kızı da bitirmişti. Doldurulmuş bir hayalet döndü ülkesine. Hala seven ama artık beklemeyen. Onun sesini bir kez duymuş, kendini bordo taşlı bir kuyuda bulmuş… ve artık o kuyudan hiç çıkamayacak olan acuze. Sonraki beş yıl nadir aralandı dudakları, ta ki bu karanlık tablonun içine çekilene kadar.
Bunları anlattı işte sevilene. Tüm hikayesi buydu, hepsi bu!
* * *
Her zamanki gibi en ön sırada oturuyordu felsefe sınıfında. Aslında her şey her zamandı onun için. Her zaman upuzundu pırıl pırıl siyah saçları, her zaman güzeldi. Her zaman mutsuzdu. Her zaman sevilendi. O da yine yanında oturuyordu, sessiz, kırılgan. Belirgince ayrık ela gözleri sık sık takılıyordu bu siyah saçlara. Ama o gün, o öğleden sonra saat 15.00’da ilk defa dokunmuştu saçlarına. Kadın şaşkındı, biraz da kızgın. Ne var ki, ilk defa erkeğin sessizliğine uydu o da. Konuşmadı.
Birlikte çıktılar sınıftan. Şimdi çoktan unuttuğu bir nedenle tüm şehri dolaştılar yan yana. Küçük geldi onlara şehir. Sevilmek zordu, biliyordu bunu. Benliği her zaman fazla geliyordu bu küçük kalplere; sevmiyordu sevilmeyi. İşte bu yüzden zaman almıştı erkeğin sevgisine alışmak. Etrafında pervane gibi dönen, onu yumak yumak saran bu abartılı sevgisine… Hele ona tanrıya bakıyormuşçasına bakışına, viyolonsel çalışına, korkunca aniden kaçışına…
Sonra karşılıklı oturdular Rachel Emanu No.85’te. Saatlerce konuştular. Birbirlerinin yüzünden sonsuz harf, sonsuz kelime türettiler. Bir parçası hep kendisine ait olacak kelimeleri güzeldi erkeğin. Yok oluşuna bu kadar bağlı oluşu güzeldi; her an kesiliverecek gibi titrekti sözleri. Seslerinin sıcaklığı bedenlerini de yaktı sonra. Görerek, duyarak, anlayarak; gerçeğin ta kendisi gibi baştan sona defalarca yaşayarak seviştiler.
Sonraki bir yıl durmadan konuştular. Ta ki kadına kelimeler yetersiz gelmeye başlayana kadar; ki o zaman bir uğultu gibi kulağında çınlayan sesin değil içini bulandıran çiğ ela gözlerin tahakkümü altında kalmıştı sevilen. İç çeke çeke konuşmayı sürdürebilirdi belki. Ama öyle yapmadı. Erkeğin hayatını bşr yangın yeri gibi bırakıp gitti. Ve işte üç hafta kadar sonra bu karanlık yaşantıya çekiliverdi.
Bunları anlattı işte sevene. Tüm hikayesi buydu, hepsi bu!
* * *
Üst üste yaktıkları sigaraların sonuncusunu kültablasında ezince, “Gel” dedi sevilen, “bir son yazalım hikayemize.” Hesabı ödeyip çıktılar bardan. İki kadın artık sürüklenmiyorlardı sokaklarda. Uzak durmaya da çalışmıyorlardı birbirlerinden.
Biliyorlardı, kader onların uzaklaşmasına hiç izin vermeyecekti.
85 numaralı dairenin kapısını sevilen açtı. Mabetlerinde ritüelin bir parçası gibi dokundular birbirlerine. Hiçbir şey olmamış gibi seviştiler. O mektup hiç yazılmamış, seven buraya çağrılmamış, bir gece önce bu odada sevilene göz yaşı dökülmemiş. Bu iki kadın bir tesadüf eseri karşılaşmış, bir tesadüf eseri ellerini uzatıp gökteki hilali koparıvermişler. Hilalın kancası bir tesadüf eseri bu kadar soğuk, sivri ve güçlüymüş.
Ve, iki kadın birbirlerine karışan kanları arasında yatarken yerde, ay çoktan batmış.
özgecik
şubat ‘04
0 Comments:
Post a Comment
<< Home