r ü y a
Tatlı bir mahmurlukla aralıyor gözlerini. Ne tuhaf bazı sabahlar uyanmak. Sanki kaybettiklerinden yavaş yavaş bulur insan kendini. Yoktan var olur, sanki. Şekiller yavaş yavaş belirmeye başladığında Ceren her sabah odayı erkenden aydınlatan gün ışığının henüz orada olmadığını fark ediyor. Bir rüya… Gözlerini mavi badanalı duvardaki siyah beyaz fotoğraflar üzerinde gezdiriyor, gelişigüzel. Dudaklarının belli belirsiz kıpırtısında tembel bir unutkanlık. Bir rüya gördüm: turkuaz, pembe, mor. Üzerindeki çarşaf sıyrılmış, teninin beyazı ortada. “…ürkütücü beyazlığın…”
Hep böyle oluyor. Parça parça dağılmış bir rüyayı toparlamaya çalışırken sızıyor bu geçmişte duyulanlar. Hangi barda oturmuştuk karşılıklı, aramızda bira ve patates? Aramızda hayali bir samimiyet… Niye demişti bu sözü, nasıl tonlamıştı? Ve ötesi; kendisi çoktan önemini yitirmiş birinin iki kelimesi niye durup dururken aklına üşüşmüştü, böyle, çarşafların arasında? Yüzler siliniyor bir bir, kokular duyulmaz oluyor; varsa yoksa kelimeler… zebani gibi yakamıza yapışan!
Bacaklarını gerip esnedi. Cem henüz uyuyordu. Aynı beyazın yalnızlığında. Doğrulup yüzünü inceledi adamın. Sakalları uzamıştı. Galiba biraz yaşlanmıştı. Ama yüzünün çizgileri bir bebeğinki gibi kıvrılıyordu uyurken. Gözkapaklarının hareketinden rüya gördüğünü anladı. Onbeş yıldır birbirlerine en yakın oldukları an farklı rüyalara dalıyorlardı. Gözleri yuvalarının içinde birbirinden bağımsız dönüyordu o zaman; bir anda uzaklaşıyorlardı. Yapayalnız kalıyorlardı. “Ürkütücü bir beyazlığın var senin Cem, ürküyorum tenine zarar vermekten.” Ah… işte, ilk gençliğinde sanıyor yine kendini. Hemen kalkmalı şimdi, kalkıp güne karışmalı, yatakta vakit geçirmek tuhaf bir melankoli yaratıyor onda.
Mutfaktaki kare masada karşı karşıya oturuyorlar. Ceren duşunu almış, kremlerini sürmüş, saçına fön çekmiş, kaşlarını kontrol edip makyajını yapmış, siyah mini etek-ceket takımını giymiş, kahvaltıyı hazırlamış, Cem’i uyandırmış sade kahvesiyle sabah sigarasısnı içiyor. Cem uyandırılmış, işemiş, bornozuyla mutfak masasına oturmuş tabağındaki peynirle oynarken sabaha karşı üçte kapattığı ve az sonra başına döneceği bilgisayarındaki metni düşünüyor.
Derken göğüs kafesinin ortasından yükselen yumuşak bir sızı ensesinde, kulaklarında zonklamaya başladı. Eskilerden tanıdığı bir duyguydu bu. Delikanlılığı. Beyoğlu. Turkuaz, pembe, mor… “Bir rüya gördüm Ceren.”
Kadın sigarasının dumanını üflerken hafifçe kaldırdığı kaşıyla devam etmesini istedi. Birbirlerinin mimiklerini anlarlardı. Anlamıştı Cem, ama sustu. Ne kadar değişmişti karşısındaki kadın. Saçlarının rengi, biçimi, makyajının tonu, kıyafetleri, topuklu pabuçları, kadın dergileri, selülit kremleri, diyet listeleri, şekersiz kahveleri nasıl gizliden gizliye büyütmüştü sevdiği kadını. Nasıl bir yabancıya dönüşmüştü o oğlan çocuğundan bozma genç kız. Aynı dili konuşurlarmış ya eskiden, bu siyah döpyes, bu topuklu pabuçlar mı anlayacak Cem’in turkuaz, pembe, mor düşlerini. İçi acıdı. Düşündü: o ne görüyordur rüyalarında? Anlatmayalı hayli uzun zaman oluyor. Ertesi günün işlerini mi planlıyor acaba kuş uykusunda? İzledikleri filmlerden mi etkileniyor? Billboardlarda uzun uzun incelediği güzel bacaklı manken kızı mı görüyor? Bu karşısındaki kadın. Karısı. Ne kadar da uzak.
Ceren sigarasını söndürdü. Minik aynasında rujunu düzeltti. “Ben çıkıyorum.” dedi, “zaten geç kaldım. Tabaklar kalsın, döndüğümde toparlarım.” Sormamıştı.
Dolmuşa bindiğinde Cem daha sandalyesinden kalkmamıştı. Eteğini düzeltti. “Konuşmuyor artık benimle.” Dışarı baktı. “Onun çevresin e uzak olduğumdan… sığ buluyor. Değişen ne oldu, anlamıyorum. Paylaşacak bir şeyimiz mi kalmadı bunca yıldan sonra?” Dudakları kasılıyor şimdi kadının. Çok ağlardı eskiden, artık dudakları kasılıyor. Bugünkü toplantıyı düşünmediğini düşünecek halde bile değil. Kocaman bir ağız olmuş oturuyor dolmuşta. Alelacele minik aynasını çıkarıyor çantasından, fondoteni çizgi çizgi olmuş mu diye bakmak için… aynanın arkasına saklanmak için…
Endişeyle açılmış iki göz vardı oysa aynada. Titreyen göz bebekleri. Alında her gün derinleşen üç çizgi. Ağzının kenarına bakmak için çıkardığı aynaya yansıyanlar işte.
Rüyam..!
Cem çatalını ve oynayıp durduğu bir parça peyniri bırakıp bilgisayarının karşısına geçmişti bu arada. Yapması gereken işleri bırakıp yeni bir word dosyası açmıştı: r ü y a
Cereni uyandırdı ekranda. Saçlarından rüyalar dökülüyor ekrandaki Ceren’in. Uyuan kocasına bakıyor. Turkuaz bir gökyüzü görüyor adamın kapalı gözlerinde. Gerçek olamayacak kadar canlı. Ve gerçek olamayacak kadar tatlı şeker gibi bir rüzgar. Az önce terk ettiği bu masal alemini taşıyor Ceren odata.Yeryüzü alabildiğine pembe, yaprak yaprak pembe, ipek gibi yumuşak.
Ve hep gülermiş o, ben gülermişim. Yapraklar üzerinde çıplak, sarılmışız öylece, gülüyoruz. Sonra başımızı kaldırıp göğe bakıyoruz. Mor bir güvercin uçuyor üzerimizde. Biz de yükseliyoruz. O bir kanadına oturuyor güvercinin, ben bir kanadına. Hiçbir şey için… çocuk gibi yani… uçuyoruz.
Sandalyesine yaslandı. Gözleri tavanda, yorgun, keyifsiz. “Oysa senü ben aynı evde birbirine çarpıp düşen iki gölge. Eskisi gibi alışık olmadığımızdan kendimiz olmaya, bunca farkındayız yere basmaya mahkum ayaklarımızın. İşte, sen, ben iki başarısız soytarı. Bunca kolay kabul ediyoruz dünyanın bizden güçlü olduğunu. Yerin çektiğini bizi…”
Uçuk mavi boyalı duvarlar arasında boydan boya halı, baştan aşağı sigara dumanlı ağır, acı bir hava kaplı salon iğne batırılmışçasına sönüverdi kağıda dönen anahtarın sesiyle. Az sonra açılan kapının ardında yalın ayak, saçları çözülmüş, omuzları düşmüş silüetiyle, ne yaptığını unutmuş öylece duran Ceren görüldü.
Öylece duruyor kadın kapının ağzında. Gülümsüyor beriki; “ duydu beni karım” diyor, “bana geldi.” Odayı pembe yapraklar, turkuaz bir gökyüzü, barda beyaz tenler hakkında konuşan yüzü silinmiş bir adam ve mor güvercinle paylaştığını bilmiyor.
Ceren etrafındaki hayallerin arasından kocasına yürüyor. Yüzünde donup kalmış hafif çarpık bir ifade. Elini kocasının sakalında gezdiriyor. “Ürkütücü bir beyazlığın var senin Cem” diyor, “ürküyorum tenine zarar vermekten.”
özgecik.
Hep böyle oluyor. Parça parça dağılmış bir rüyayı toparlamaya çalışırken sızıyor bu geçmişte duyulanlar. Hangi barda oturmuştuk karşılıklı, aramızda bira ve patates? Aramızda hayali bir samimiyet… Niye demişti bu sözü, nasıl tonlamıştı? Ve ötesi; kendisi çoktan önemini yitirmiş birinin iki kelimesi niye durup dururken aklına üşüşmüştü, böyle, çarşafların arasında? Yüzler siliniyor bir bir, kokular duyulmaz oluyor; varsa yoksa kelimeler… zebani gibi yakamıza yapışan!
Bacaklarını gerip esnedi. Cem henüz uyuyordu. Aynı beyazın yalnızlığında. Doğrulup yüzünü inceledi adamın. Sakalları uzamıştı. Galiba biraz yaşlanmıştı. Ama yüzünün çizgileri bir bebeğinki gibi kıvrılıyordu uyurken. Gözkapaklarının hareketinden rüya gördüğünü anladı. Onbeş yıldır birbirlerine en yakın oldukları an farklı rüyalara dalıyorlardı. Gözleri yuvalarının içinde birbirinden bağımsız dönüyordu o zaman; bir anda uzaklaşıyorlardı. Yapayalnız kalıyorlardı. “Ürkütücü bir beyazlığın var senin Cem, ürküyorum tenine zarar vermekten.” Ah… işte, ilk gençliğinde sanıyor yine kendini. Hemen kalkmalı şimdi, kalkıp güne karışmalı, yatakta vakit geçirmek tuhaf bir melankoli yaratıyor onda.
Mutfaktaki kare masada karşı karşıya oturuyorlar. Ceren duşunu almış, kremlerini sürmüş, saçına fön çekmiş, kaşlarını kontrol edip makyajını yapmış, siyah mini etek-ceket takımını giymiş, kahvaltıyı hazırlamış, Cem’i uyandırmış sade kahvesiyle sabah sigarasısnı içiyor. Cem uyandırılmış, işemiş, bornozuyla mutfak masasına oturmuş tabağındaki peynirle oynarken sabaha karşı üçte kapattığı ve az sonra başına döneceği bilgisayarındaki metni düşünüyor.
Derken göğüs kafesinin ortasından yükselen yumuşak bir sızı ensesinde, kulaklarında zonklamaya başladı. Eskilerden tanıdığı bir duyguydu bu. Delikanlılığı. Beyoğlu. Turkuaz, pembe, mor… “Bir rüya gördüm Ceren.”
Kadın sigarasının dumanını üflerken hafifçe kaldırdığı kaşıyla devam etmesini istedi. Birbirlerinin mimiklerini anlarlardı. Anlamıştı Cem, ama sustu. Ne kadar değişmişti karşısındaki kadın. Saçlarının rengi, biçimi, makyajının tonu, kıyafetleri, topuklu pabuçları, kadın dergileri, selülit kremleri, diyet listeleri, şekersiz kahveleri nasıl gizliden gizliye büyütmüştü sevdiği kadını. Nasıl bir yabancıya dönüşmüştü o oğlan çocuğundan bozma genç kız. Aynı dili konuşurlarmış ya eskiden, bu siyah döpyes, bu topuklu pabuçlar mı anlayacak Cem’in turkuaz, pembe, mor düşlerini. İçi acıdı. Düşündü: o ne görüyordur rüyalarında? Anlatmayalı hayli uzun zaman oluyor. Ertesi günün işlerini mi planlıyor acaba kuş uykusunda? İzledikleri filmlerden mi etkileniyor? Billboardlarda uzun uzun incelediği güzel bacaklı manken kızı mı görüyor? Bu karşısındaki kadın. Karısı. Ne kadar da uzak.
Ceren sigarasını söndürdü. Minik aynasında rujunu düzeltti. “Ben çıkıyorum.” dedi, “zaten geç kaldım. Tabaklar kalsın, döndüğümde toparlarım.” Sormamıştı.
Dolmuşa bindiğinde Cem daha sandalyesinden kalkmamıştı. Eteğini düzeltti. “Konuşmuyor artık benimle.” Dışarı baktı. “Onun çevresin e uzak olduğumdan… sığ buluyor. Değişen ne oldu, anlamıyorum. Paylaşacak bir şeyimiz mi kalmadı bunca yıldan sonra?” Dudakları kasılıyor şimdi kadının. Çok ağlardı eskiden, artık dudakları kasılıyor. Bugünkü toplantıyı düşünmediğini düşünecek halde bile değil. Kocaman bir ağız olmuş oturuyor dolmuşta. Alelacele minik aynasını çıkarıyor çantasından, fondoteni çizgi çizgi olmuş mu diye bakmak için… aynanın arkasına saklanmak için…
Endişeyle açılmış iki göz vardı oysa aynada. Titreyen göz bebekleri. Alında her gün derinleşen üç çizgi. Ağzının kenarına bakmak için çıkardığı aynaya yansıyanlar işte.
Rüyam..!
Cem çatalını ve oynayıp durduğu bir parça peyniri bırakıp bilgisayarının karşısına geçmişti bu arada. Yapması gereken işleri bırakıp yeni bir word dosyası açmıştı: r ü y a
Cereni uyandırdı ekranda. Saçlarından rüyalar dökülüyor ekrandaki Ceren’in. Uyuan kocasına bakıyor. Turkuaz bir gökyüzü görüyor adamın kapalı gözlerinde. Gerçek olamayacak kadar canlı. Ve gerçek olamayacak kadar tatlı şeker gibi bir rüzgar. Az önce terk ettiği bu masal alemini taşıyor Ceren odata.Yeryüzü alabildiğine pembe, yaprak yaprak pembe, ipek gibi yumuşak.
Ve hep gülermiş o, ben gülermişim. Yapraklar üzerinde çıplak, sarılmışız öylece, gülüyoruz. Sonra başımızı kaldırıp göğe bakıyoruz. Mor bir güvercin uçuyor üzerimizde. Biz de yükseliyoruz. O bir kanadına oturuyor güvercinin, ben bir kanadına. Hiçbir şey için… çocuk gibi yani… uçuyoruz.
Sandalyesine yaslandı. Gözleri tavanda, yorgun, keyifsiz. “Oysa senü ben aynı evde birbirine çarpıp düşen iki gölge. Eskisi gibi alışık olmadığımızdan kendimiz olmaya, bunca farkındayız yere basmaya mahkum ayaklarımızın. İşte, sen, ben iki başarısız soytarı. Bunca kolay kabul ediyoruz dünyanın bizden güçlü olduğunu. Yerin çektiğini bizi…”
Uçuk mavi boyalı duvarlar arasında boydan boya halı, baştan aşağı sigara dumanlı ağır, acı bir hava kaplı salon iğne batırılmışçasına sönüverdi kağıda dönen anahtarın sesiyle. Az sonra açılan kapının ardında yalın ayak, saçları çözülmüş, omuzları düşmüş silüetiyle, ne yaptığını unutmuş öylece duran Ceren görüldü.
Öylece duruyor kadın kapının ağzında. Gülümsüyor beriki; “ duydu beni karım” diyor, “bana geldi.” Odayı pembe yapraklar, turkuaz bir gökyüzü, barda beyaz tenler hakkında konuşan yüzü silinmiş bir adam ve mor güvercinle paylaştığını bilmiyor.
Ceren etrafındaki hayallerin arasından kocasına yürüyor. Yüzünde donup kalmış hafif çarpık bir ifade. Elini kocasının sakalında gezdiriyor. “Ürkütücü bir beyazlığın var senin Cem” diyor, “ürküyorum tenine zarar vermekten.”
özgecik.
1 Comments:
:) ne demekse ":)"
Post a Comment
<< Home