f o t o ğ r a f
Sigarayı bırakmış olduğunu bir türlü kabullenemeyen parmakları sinirle kıpırdandı, masanın üzerinde uzanmaya alışık olduğu paketle çakmağı bulamayınca bir iki kıtırdayıp çaresiz yeni getirilen çaya yöneldiler. Üstelik, çay fazla açık konmuş, getirilirken tabağına dökülmüş, kırmızı-beyaz tabağın kenarına iliştirilen iki şekerden biri yarısına kadar erimişti. Şekersiz içmeye karar verdi.
Fena bir yer değildi aslında burası; İstanbul’un Avrupa yakasında, birinci köprüden uzaklaşıp ikinciye yaklaştıkça güzelleşen iki şeritli sahil yolunda, bir grup ağaç ve derme çatma bir yapıyla asfalttan kopartılıp denize döndürülen çehresiyle tahta masalı, kırmızı-beyaz çay tabaklı bir kahve... Bir de Pazar günlerinin mahşeri kalabalığından uzak bu akşamüstü saatinde basbayağı keyif alıyordu burada, Boğaz’a karşı, efkarlanmaktan. Burada, güneşi, yalnız, batırmaktan...
Sinirli parmakları çay bardağını geri koyup mor stabilo kalemini aldı. Önündeki, üzerine bir satır yazılıp karalanmış kağıda ‘güneşi yalnız batırmak’ yazıp yazmamakta tereddüt edip kararsız üç çizgi çekti. Onun için bir şeyler yapmak istiyordu, bir şeyler yazmak belki... Borcunu ödemek, belki bunca yıl sonra... Onun böyle sessizce çıkıp gittiğini bilmek, ona, gizli bir hazine gibi yıllardır çantasında taşıdığı, gözlerine pembe pullar yapıştırılmış siyah saçlı kadının fotoğrafı dışında, dokunamamak bencilce gücendiriyordu genç kadını. Şekersiz çayından büyükçe bir yudum alıp apartmana ilk gelişini hatırlamaya çalıştı: önden iri bir kamyona zor sığmış koli koli eşya, ardından simsiyah saçlı, dilimizi konuşamayan üç oğlunun taşıdığı sayısız bavul, bu trafik az çok dindiğindeyse eskimiş beyaz kürkü, mor tüylü tuhaf şapkasıyla otomobilden inen, mahallenin çocuklarının gördüğü yaşayan en ilginç kadın-Madam Rachel.
***
Madam, Sebat apartmanında bahçeye bakan iki oda bir salon zemin katına yerleşmiş, zamanla, daima açık duran mutfak penceresinin ardındaki durağan pozisyonunu edinmişti. Penceresinin tam önünde de ondan çok daha önce buralara yerleşen ama ondan daha yaşlı olup olmadığına çocuklarca bir türlü karar verilemeyen bir çınar ağacı... Dünyanın en yaşlı kadınıyla dünyanın en yaşlı çınarı, bütün gün, öylece bakar dururlardı birbirlerine. Ancak, bu bakışmalar alışkanlık haline gelmemişti ki daha, çocuklar pencere etrafında toplanmayı huy edinmiştiler. Pencereden üzerlerine serpilen hikayeler gittikçe daha ilginç bir hal alınca alttan alta dalga geçilen Reçel Teyze, çocukların dilinde Raşel Hanım Teyze’ye dönmüş, çınarla pencere arasındaki bir buçuk metrelik boşluk mor dizli, kirli şortlu çocuklarca daha sık işgal edilir olmuştu. Çocukların yoğun ilgisi bu sıradışı komşu için bir sorun teşkil etmiyor, tam tersine onu memnun ediyordu. Ne de olsa o, bir asrı bulan hayatının bu kısmında, durmaksızın ve darmadağınık, anlatmak istiyordu. Sadece anlatmak...
Rus pazarından çok ucuza alınıp evin rüzgar alan bir yerine asılan, en nazlı esintide bile çın çın öten çıngıraklar gibi bir öne, bir geriye; bir geçmişe, bir geleceğe sallanan, turuncu bir yaz gününde küçük kız sokakta yalnızdı. Beşinci kattaki kardeşler tatil için güneyde bir otele, birinci kattaki tombul kızsa teyzesinin Sapanca’daki evinde gitmişti. Diğer çocuklarsa, ya pazara, ya banyoya... bir şekilde kaybolmuştu ortadan. Bu Su için müjdeli bir tesadüftü aslında. Böylelikle onlar varken yapamadığı, bu çekingenliğiyle de hiçbir zaman yapamayacağı şeyler için zaman ve yer kazanmış oluyordu. Ne var ki, bu düşüncenin verdiği iç gıcıklayıcı keyifle koşarak indiği merdivenlerin üçüncü basamağından atlarken sıyırdığı dizi ve üçüncü denemesinde ancak alt dallarına kadar tırmanabildiği dut ağacında yırttığı mavi etekliği onu ilk yalnızlığının keyfinden alıkoymuş, çınarı ve pencereyi göz hapsine alabileceği bir kaldırıma, dirsekleri dizlerinde, çenesi avuçlarında, çökmesine neden olmuştu. Yaz sıcak, yaz ağırdı üstünde...
Orda ne kadar oturduğundan, bir zamanlar temiz olan beyaz, bez ayakkabılarıyla toz toprağı kaçıncı kez karelere ayırdığından habersizken, çocukların bugünkü ilgisizliğine kırgın, açıldı pencere. Açılır açılmaz da kavuniçi fırfırlı bir sabahlığın içinden taşan, mor damarlarla donanmış kollar ve bigudiler arasında paylaştırılmış seyrek saçlar göründü perdenin gerisinden. Su başını hemen yere eğdi.
‘Kızım!’
Çok geçmeden ona yöneltilen bu ünlem, adını unutan Madam’a karşı nefret, her şeye rağmen ona seslenen Madam’a karşı sevecenlik uyandırdı içinde. ‘Ne yapıyorsun bakayım sen orda, kendi kendine?’
Bu sözlerde, yabancılara özgü telaffuzun yanı sıra yaşlı kimselerin buyurgan tavrı da vardı. Madamın kaçıncı cümlesinde yerinden kalktı, ne kadar oyalandıktan sonra kapısını çaldı, eşikten içeri adımını atarken kendisine layık görülen bu özel mevkiinin ne derece farkındaydı, bilinmez; açık olan, Sebat Apatmanı No.2’nin küçük kızın görüp görebileceği en pullu, en taşlı, en nakışlı ev olduğuydu. Antre, her birinin üzerinden pembe şifonlar, beyaz köpük köpük danteller, eflatun boncuklar sarkan dört kapıyla kuşatılmıştı. En soldaki, pencere o yanda olduğundan, mutfak olmalıydı. Diğer üçüyse ayakkabılarını çıkarıp ayağına iki numara büyük topuklu terlikleri giymesi için geçen birkaç saniye boyunca kainatın muammalarıydı. Sonra, Madam, hiç acele etmeden, birer birer açtı kapıları. İlk kapı yatak odasına açıldı ve Su’nun karşısına, ancak prenseslerle perilerin cirit attığı masallarda bahsi geçecek cinsten, pembe dantel cibinlikli yatakla üzerinde çeşitli şişe, kutu ve ne olduğu meçhul nesnelerin sıralandığı, sedef kakmalı, ahşap tuvalet masasını çıkardı. Masaya bir iki adım yaklaştı Su, ve irkildi gördüğünden: Aynanın hemen önünde, siyah bir çerçeveye yerleştirilmiş, upuzun kuzguni saçlarıyla oldukça güzel bir kadının eskiyip sararmış fotoğrafı... Güzelliğine diyecek olmasa da, kadının bembeyaz yüzünde yegâne gölgeyi teşkil eden gözlerin üzerine iliştirilmiş pembe pullar son derece ürkütücü bir görüntü oluşturuyordu. Çok geçmeden resmin altındaki eğik, güzel bir el yazısıyla yazılmış iki satırı fark etse de Madam’ın buyurgan sesi okumasına fırsat bırakmadı. Diğer kapıların ardında da birbirinden ilginç pek çok eşya, mobilya ve fotoğraf bulunsa da, hepsi adeta simle kaplanmış olsa da, Su’nun aklı yatak odasındaki gizemli kadında kalmıştı. Dahası, o malum kapının tekrar açılma ihtimaliyle, eve gitme saati çoktan geçtiği halde, oymalı-kakmalı bir berjerde bacak bacak üstüne atmış, eteğindeki yırtığı saklamaya çalışırken bir bardak meyvesuyu daha içmeyi kabul etmişti.
Açılmadı kapı.
Korku, merak, hayal kırıklığı karışımı bir duyguyla merdivenlere yönelmişti ki yaşlı kadın seslendi arkasından: ‘Yine gel kızım, ne zaman istersen gel!’
***
Tuhaf bir soğuğa açtı gözlerini, dışarıdaki yaz gecesine tezat. Yatak tüm bedenini kavramış kalkmasına izin vermiyordu. Güçlükle doğruldu. Gözlerini ovuşturup karanlık odada titreyen gölgeleri seçmeye çalıştı. Birden ayak ucunda bir karartı fark etti. Korkuyla geriye doğru sıçrayıp kafasını duvara çarpınca karartının yatağın kenarında oturmakta olan upuzun siyah saçlı, siyah elbiseli genç bir kadın olduğunun ayrımına vardı. Elbisesinin geniş yenlerinden göründen bembeyaz ellerindeki sararmış Tevrat’ı kısık sesle, anlaşılmaz bir dilde yavaş yavaş okuyan kadından yükselen ıslak toprak kokusu burun deliklerini yakıp beynini uyuşturdu. Hiçbir şey yapamaz oldu. Kadının aniden başını kitaptan kaldırıp kendisine bakmasıyla nefesi kesildi. O zaman anladı ki, karanlık odada kadını ve kutsal kitabı görmesini sağlayan ışık, kabus kadının gözlerinin olması gereken yerde ışıldayan iki, iri puldan geliyordu. Yüzünün çizgilerinde niyetini belirten hiçbir değişme olmaksızın yaklaşmaya başladı beyaz tenli, toprak kokan genç kadın. Yaklaştı... Yaklaştı...
***
Kabus Kadın’ın ziyaretleri arttıkça, Su da Madam’ın oymalı kakmalı berjerinde daha çok vakit geçirmeye başlamıştı. Yazın son günleri yaşanmakta iken, mahalledeki en ilginç komşuyla en suskun kız arasında gelişen arkadaşlık, diğer çocuklar tarafından önceleri kıskançlık, çok geçmeden umursamazlıkla karşılandı. Bir müddet yavru kedilerle, araba lastikleriyle, kömürlükteki hurdalarda vakit geçiren çocuklar okulların açılmasıyla ortadan kayboldu. Su daha okula başlamamıştı.
Bir akşamüstü Madam’ın güneşli balkonunda oturmuş, adaçayı ve sakız reçeliyle kahvaltı yapıyorlardı. Madam bir yandan kepek ekmeğinden kopardığı dilimlere reçel sürerken bir yandan da Ayvalık’ta geçen çocukluğunun hatıralarını döküp saçıyordu etrafa. Cunda adasını, bembeyaz Rum evlerini, Taş kahvenin önünde mısır, dondurma satanları, pırıl pırıl denizi...
Su’yu çoktan unutmuş, gökyüzünün perde perde sönen kızıllığında çocukluğunun kırıntılarını toplamaya çalışan, yaşlı kadının yüzündeki ifade, bu Ege kasabasında geçen günlerin hiç de anlattığı kadar toz pembe olmadığını anlatıyordu içten içe.
Belki de, upuzun, uzunluğundan utanılacak kadar uzun ömründe hep anlatmak istediği ama susmadan geçen son yıllarında dahi bahsini açamadığı o en derindekini, şimdi bu minik kıza... Gözlerini kısıp bakışlarını çocuğun buz mavisi gözlerine dikti. Karanfil ağızlığına bir sigara taktı.
***
Bugünlük yeter bu kadar, yarın devam ederiz’ dedi Kinneret kuzguni siyah saçlarının gölgelediği yüzünde tarifsiz bir sıkıntıyla. Akabinde hizmetçinin getirdiği acı kahveyi şöyle bir dudaklarına değdirip göz ucuyla nota defterini çantasına yerleştiren kabiliyetsiz öğrencisini izledi. Çok sevdiği Requem de olsa tecrübe ettikleri, kızın yavan, manasız çalışı ruhunu ezmişti. Karanfil ağızlığına bir sigara takıp söylendi kızın arkasından- hayat kadar yavan olacaksa ne anlamı var müziğin..!
Pek çok kadının imreneceği bir hayatı vardı oysa. Ailesiyle beraber gelen pek çok Seferad’ın aksine Haliç’in öteki kıyısında, Pera’da zengin bir tüccarla evlenmiş, kocası servetiyle ona ömrünce tembellik hakkı, Batı’lı zihniyetiyle cemiyetten kopmama şansı vermişti. Mutlu olmalıydı... Acıdır ki, o gün henüz farkında olmasa da üçüncü çocuğuna hamile olan genç kadın, çocuk yaşından beri kurşuni bir melankolinin esiriydi. Defalarca intihara kalkışmış, kimi zaman hizmetçilerce, kimi zaman da karısının bu haline kederlenmek dışında elinden hiçbir şey gelmeyen zavallı kocasınca kurtarılmıştı. Gebeliği gün ışığına çıkınca, sadece yakın çevresi değil, Le Bon’dan, Markiz’den tanış oldukları da, bir kız olarak dünyaya gelecek ve Rachel adını alacak bebeğin kadının karamsar mizacını değiştireceğini umdular.
Rachel bakışlarını çocuğun buz mavisi gözlerinden ayırmadan sigarasını söndürdü.
Doğumla birlikte Cunda adasındaki akrabaların yanına taşınmıştı Kinneret. Kısa süreliğine yerleştiği bu köyün sıcacık havasında hakikaten yüzüne bir renk gelmiş, donuk bakışları canlanmıştı. Ziyaretlerinde masmavi gözlerindeki farklılığı sezen kocası vakti geldiğinde onun buradan kopmasına razı olamamıştı. Böylece Cunda’lı oldu genç kadınla bebek... Adaçağı kokulu, zeytinyağı kokulu, efelerin savurduğu naralar kokulu günler geçirdiler adada. Herkes mutluydu.
Ailenin lanetli kaderi birkaç yıl sonra kendini gösterdi: Kinneret’in ruhunu kemiren şeytan doğumla kızında vücut bulmuştu. Rachel annesinden de mutsuz gözlerle izledi dünyayı yıllarca. Gün içinde sık sık kayboluyor, nice sonra bir zeytin ağacının kuytusunda çenesi avuçlarında kendi kendine mırıldanırken bulunuyordu. Arkadaşı yoktu. Annesinin birkaç denemesi de köylü çocukların bu zayıf, uzun boylu, bembeyaz tenli anne-kızdan ürkmesiyle sonuçsuz kaldı. Hoş, istemiyordu ki arkadaşları olsun... Geceleri geç saatlere kadar ay ışığında gözbebeklerinde şeytanların efsunlu pırıltılarıyla oturuyor, derdini bir türlü anlayamayan cümle akrabasını acı acı düşünmeye sevk ediyordu- en çok da bu bahtsız hayatın kendi suçu olduğuna inanan annesini... Yıllardır ailenin kadınlarına, ilk kız çocuklarını doğuruncaya dek, azap çektiren melankoli illeti en vahşi çehresiyle bu kızı kuşatmıştı.
Su Madam’ın yüzünde hiç alışık olmadığı, ürkütücü bir karanlık seçti.
Belki de yılın en karanlık gecesiydi. Uzun simsiyah saçlı zayıf kadın Su’nun oturdu pencere’nin ardında belirdi. Simsiyah saçları vardı. Pencereden içeri uzattığı elleri toprakla kirlenmişti. Mavi gözlerinde taşan sabrı, ona doğru eğilmişti. Yaşlı kadının yüzüne çok eskilerden tanıdık bir gülümseme yerleşiverdi. Kucağında kafası koparılmış hintbülbülünü okşayan kızını yakasından tutup sarmaya başladı. ‘Rachel’ dedi kadın. Ağlıyordu kadın, hıçkırarak ağlıyordu, kızı kulaklarını kapadı. Her şey bitti Rachel, senin için geldim. Pencereyi açıp karanlık geceye doğru ağlamaya devam etti kadın, tahammül edilemezdi bu ağlamaya. Seni affettim Rachel. Pencere geniş, gece karanlıktı. Seni almaya geldim Rachel.
Rachel.
Rachel.
Düştü.
Dakikalardır arkasında bir yere bakıp sessizce dudaklarını kıpırdatan yaşlı kadın birden oturduğu sandalyeden cansız, yere düştü. Dehşete kapılmıştı küçük kız, gece onu bulamayan ailesi ve meraklı komşular kapıyı kırınca Su’yu aynı sandalyede büyümüş gözleri yerde yatan kadına mıhlanmış halde buldular. Sonra dilimizi konuşamayan üç oğlunu gördü Su eşyalar kamyona taşınırken. Sonra kapı kilitlendi. Sonra kamyon gitti.
Gidenlerin ardından yanağını ıslatan bir damla yaşı sildi Su ve birden kaldırım taşında unutulmuş- ya da kendisi için bırakılmış- çerçeveyi seçti. Gözlerini pembe pullar örten, upuzun siyah saçlı, genç kadının sararmış fotoğrafı…
özgecik, '05
Fena bir yer değildi aslında burası; İstanbul’un Avrupa yakasında, birinci köprüden uzaklaşıp ikinciye yaklaştıkça güzelleşen iki şeritli sahil yolunda, bir grup ağaç ve derme çatma bir yapıyla asfalttan kopartılıp denize döndürülen çehresiyle tahta masalı, kırmızı-beyaz çay tabaklı bir kahve... Bir de Pazar günlerinin mahşeri kalabalığından uzak bu akşamüstü saatinde basbayağı keyif alıyordu burada, Boğaz’a karşı, efkarlanmaktan. Burada, güneşi, yalnız, batırmaktan...
Sinirli parmakları çay bardağını geri koyup mor stabilo kalemini aldı. Önündeki, üzerine bir satır yazılıp karalanmış kağıda ‘güneşi yalnız batırmak’ yazıp yazmamakta tereddüt edip kararsız üç çizgi çekti. Onun için bir şeyler yapmak istiyordu, bir şeyler yazmak belki... Borcunu ödemek, belki bunca yıl sonra... Onun böyle sessizce çıkıp gittiğini bilmek, ona, gizli bir hazine gibi yıllardır çantasında taşıdığı, gözlerine pembe pullar yapıştırılmış siyah saçlı kadının fotoğrafı dışında, dokunamamak bencilce gücendiriyordu genç kadını. Şekersiz çayından büyükçe bir yudum alıp apartmana ilk gelişini hatırlamaya çalıştı: önden iri bir kamyona zor sığmış koli koli eşya, ardından simsiyah saçlı, dilimizi konuşamayan üç oğlunun taşıdığı sayısız bavul, bu trafik az çok dindiğindeyse eskimiş beyaz kürkü, mor tüylü tuhaf şapkasıyla otomobilden inen, mahallenin çocuklarının gördüğü yaşayan en ilginç kadın-Madam Rachel.
***
Madam, Sebat apartmanında bahçeye bakan iki oda bir salon zemin katına yerleşmiş, zamanla, daima açık duran mutfak penceresinin ardındaki durağan pozisyonunu edinmişti. Penceresinin tam önünde de ondan çok daha önce buralara yerleşen ama ondan daha yaşlı olup olmadığına çocuklarca bir türlü karar verilemeyen bir çınar ağacı... Dünyanın en yaşlı kadınıyla dünyanın en yaşlı çınarı, bütün gün, öylece bakar dururlardı birbirlerine. Ancak, bu bakışmalar alışkanlık haline gelmemişti ki daha, çocuklar pencere etrafında toplanmayı huy edinmiştiler. Pencereden üzerlerine serpilen hikayeler gittikçe daha ilginç bir hal alınca alttan alta dalga geçilen Reçel Teyze, çocukların dilinde Raşel Hanım Teyze’ye dönmüş, çınarla pencere arasındaki bir buçuk metrelik boşluk mor dizli, kirli şortlu çocuklarca daha sık işgal edilir olmuştu. Çocukların yoğun ilgisi bu sıradışı komşu için bir sorun teşkil etmiyor, tam tersine onu memnun ediyordu. Ne de olsa o, bir asrı bulan hayatının bu kısmında, durmaksızın ve darmadağınık, anlatmak istiyordu. Sadece anlatmak...
Rus pazarından çok ucuza alınıp evin rüzgar alan bir yerine asılan, en nazlı esintide bile çın çın öten çıngıraklar gibi bir öne, bir geriye; bir geçmişe, bir geleceğe sallanan, turuncu bir yaz gününde küçük kız sokakta yalnızdı. Beşinci kattaki kardeşler tatil için güneyde bir otele, birinci kattaki tombul kızsa teyzesinin Sapanca’daki evinde gitmişti. Diğer çocuklarsa, ya pazara, ya banyoya... bir şekilde kaybolmuştu ortadan. Bu Su için müjdeli bir tesadüftü aslında. Böylelikle onlar varken yapamadığı, bu çekingenliğiyle de hiçbir zaman yapamayacağı şeyler için zaman ve yer kazanmış oluyordu. Ne var ki, bu düşüncenin verdiği iç gıcıklayıcı keyifle koşarak indiği merdivenlerin üçüncü basamağından atlarken sıyırdığı dizi ve üçüncü denemesinde ancak alt dallarına kadar tırmanabildiği dut ağacında yırttığı mavi etekliği onu ilk yalnızlığının keyfinden alıkoymuş, çınarı ve pencereyi göz hapsine alabileceği bir kaldırıma, dirsekleri dizlerinde, çenesi avuçlarında, çökmesine neden olmuştu. Yaz sıcak, yaz ağırdı üstünde...
Orda ne kadar oturduğundan, bir zamanlar temiz olan beyaz, bez ayakkabılarıyla toz toprağı kaçıncı kez karelere ayırdığından habersizken, çocukların bugünkü ilgisizliğine kırgın, açıldı pencere. Açılır açılmaz da kavuniçi fırfırlı bir sabahlığın içinden taşan, mor damarlarla donanmış kollar ve bigudiler arasında paylaştırılmış seyrek saçlar göründü perdenin gerisinden. Su başını hemen yere eğdi.
‘Kızım!’
Çok geçmeden ona yöneltilen bu ünlem, adını unutan Madam’a karşı nefret, her şeye rağmen ona seslenen Madam’a karşı sevecenlik uyandırdı içinde. ‘Ne yapıyorsun bakayım sen orda, kendi kendine?’
Bu sözlerde, yabancılara özgü telaffuzun yanı sıra yaşlı kimselerin buyurgan tavrı da vardı. Madamın kaçıncı cümlesinde yerinden kalktı, ne kadar oyalandıktan sonra kapısını çaldı, eşikten içeri adımını atarken kendisine layık görülen bu özel mevkiinin ne derece farkındaydı, bilinmez; açık olan, Sebat Apatmanı No.2’nin küçük kızın görüp görebileceği en pullu, en taşlı, en nakışlı ev olduğuydu. Antre, her birinin üzerinden pembe şifonlar, beyaz köpük köpük danteller, eflatun boncuklar sarkan dört kapıyla kuşatılmıştı. En soldaki, pencere o yanda olduğundan, mutfak olmalıydı. Diğer üçüyse ayakkabılarını çıkarıp ayağına iki numara büyük topuklu terlikleri giymesi için geçen birkaç saniye boyunca kainatın muammalarıydı. Sonra, Madam, hiç acele etmeden, birer birer açtı kapıları. İlk kapı yatak odasına açıldı ve Su’nun karşısına, ancak prenseslerle perilerin cirit attığı masallarda bahsi geçecek cinsten, pembe dantel cibinlikli yatakla üzerinde çeşitli şişe, kutu ve ne olduğu meçhul nesnelerin sıralandığı, sedef kakmalı, ahşap tuvalet masasını çıkardı. Masaya bir iki adım yaklaştı Su, ve irkildi gördüğünden: Aynanın hemen önünde, siyah bir çerçeveye yerleştirilmiş, upuzun kuzguni saçlarıyla oldukça güzel bir kadının eskiyip sararmış fotoğrafı... Güzelliğine diyecek olmasa da, kadının bembeyaz yüzünde yegâne gölgeyi teşkil eden gözlerin üzerine iliştirilmiş pembe pullar son derece ürkütücü bir görüntü oluşturuyordu. Çok geçmeden resmin altındaki eğik, güzel bir el yazısıyla yazılmış iki satırı fark etse de Madam’ın buyurgan sesi okumasına fırsat bırakmadı. Diğer kapıların ardında da birbirinden ilginç pek çok eşya, mobilya ve fotoğraf bulunsa da, hepsi adeta simle kaplanmış olsa da, Su’nun aklı yatak odasındaki gizemli kadında kalmıştı. Dahası, o malum kapının tekrar açılma ihtimaliyle, eve gitme saati çoktan geçtiği halde, oymalı-kakmalı bir berjerde bacak bacak üstüne atmış, eteğindeki yırtığı saklamaya çalışırken bir bardak meyvesuyu daha içmeyi kabul etmişti.
Açılmadı kapı.
Korku, merak, hayal kırıklığı karışımı bir duyguyla merdivenlere yönelmişti ki yaşlı kadın seslendi arkasından: ‘Yine gel kızım, ne zaman istersen gel!’
***
Tuhaf bir soğuğa açtı gözlerini, dışarıdaki yaz gecesine tezat. Yatak tüm bedenini kavramış kalkmasına izin vermiyordu. Güçlükle doğruldu. Gözlerini ovuşturup karanlık odada titreyen gölgeleri seçmeye çalıştı. Birden ayak ucunda bir karartı fark etti. Korkuyla geriye doğru sıçrayıp kafasını duvara çarpınca karartının yatağın kenarında oturmakta olan upuzun siyah saçlı, siyah elbiseli genç bir kadın olduğunun ayrımına vardı. Elbisesinin geniş yenlerinden göründen bembeyaz ellerindeki sararmış Tevrat’ı kısık sesle, anlaşılmaz bir dilde yavaş yavaş okuyan kadından yükselen ıslak toprak kokusu burun deliklerini yakıp beynini uyuşturdu. Hiçbir şey yapamaz oldu. Kadının aniden başını kitaptan kaldırıp kendisine bakmasıyla nefesi kesildi. O zaman anladı ki, karanlık odada kadını ve kutsal kitabı görmesini sağlayan ışık, kabus kadının gözlerinin olması gereken yerde ışıldayan iki, iri puldan geliyordu. Yüzünün çizgilerinde niyetini belirten hiçbir değişme olmaksızın yaklaşmaya başladı beyaz tenli, toprak kokan genç kadın. Yaklaştı... Yaklaştı...
***
Kabus Kadın’ın ziyaretleri arttıkça, Su da Madam’ın oymalı kakmalı berjerinde daha çok vakit geçirmeye başlamıştı. Yazın son günleri yaşanmakta iken, mahalledeki en ilginç komşuyla en suskun kız arasında gelişen arkadaşlık, diğer çocuklar tarafından önceleri kıskançlık, çok geçmeden umursamazlıkla karşılandı. Bir müddet yavru kedilerle, araba lastikleriyle, kömürlükteki hurdalarda vakit geçiren çocuklar okulların açılmasıyla ortadan kayboldu. Su daha okula başlamamıştı.
Bir akşamüstü Madam’ın güneşli balkonunda oturmuş, adaçayı ve sakız reçeliyle kahvaltı yapıyorlardı. Madam bir yandan kepek ekmeğinden kopardığı dilimlere reçel sürerken bir yandan da Ayvalık’ta geçen çocukluğunun hatıralarını döküp saçıyordu etrafa. Cunda adasını, bembeyaz Rum evlerini, Taş kahvenin önünde mısır, dondurma satanları, pırıl pırıl denizi...
Su’yu çoktan unutmuş, gökyüzünün perde perde sönen kızıllığında çocukluğunun kırıntılarını toplamaya çalışan, yaşlı kadının yüzündeki ifade, bu Ege kasabasında geçen günlerin hiç de anlattığı kadar toz pembe olmadığını anlatıyordu içten içe.
Belki de, upuzun, uzunluğundan utanılacak kadar uzun ömründe hep anlatmak istediği ama susmadan geçen son yıllarında dahi bahsini açamadığı o en derindekini, şimdi bu minik kıza... Gözlerini kısıp bakışlarını çocuğun buz mavisi gözlerine dikti. Karanfil ağızlığına bir sigara taktı.
***
Bugünlük yeter bu kadar, yarın devam ederiz’ dedi Kinneret kuzguni siyah saçlarının gölgelediği yüzünde tarifsiz bir sıkıntıyla. Akabinde hizmetçinin getirdiği acı kahveyi şöyle bir dudaklarına değdirip göz ucuyla nota defterini çantasına yerleştiren kabiliyetsiz öğrencisini izledi. Çok sevdiği Requem de olsa tecrübe ettikleri, kızın yavan, manasız çalışı ruhunu ezmişti. Karanfil ağızlığına bir sigara takıp söylendi kızın arkasından- hayat kadar yavan olacaksa ne anlamı var müziğin..!
Pek çok kadının imreneceği bir hayatı vardı oysa. Ailesiyle beraber gelen pek çok Seferad’ın aksine Haliç’in öteki kıyısında, Pera’da zengin bir tüccarla evlenmiş, kocası servetiyle ona ömrünce tembellik hakkı, Batı’lı zihniyetiyle cemiyetten kopmama şansı vermişti. Mutlu olmalıydı... Acıdır ki, o gün henüz farkında olmasa da üçüncü çocuğuna hamile olan genç kadın, çocuk yaşından beri kurşuni bir melankolinin esiriydi. Defalarca intihara kalkışmış, kimi zaman hizmetçilerce, kimi zaman da karısının bu haline kederlenmek dışında elinden hiçbir şey gelmeyen zavallı kocasınca kurtarılmıştı. Gebeliği gün ışığına çıkınca, sadece yakın çevresi değil, Le Bon’dan, Markiz’den tanış oldukları da, bir kız olarak dünyaya gelecek ve Rachel adını alacak bebeğin kadının karamsar mizacını değiştireceğini umdular.
Rachel bakışlarını çocuğun buz mavisi gözlerinden ayırmadan sigarasını söndürdü.
Doğumla birlikte Cunda adasındaki akrabaların yanına taşınmıştı Kinneret. Kısa süreliğine yerleştiği bu köyün sıcacık havasında hakikaten yüzüne bir renk gelmiş, donuk bakışları canlanmıştı. Ziyaretlerinde masmavi gözlerindeki farklılığı sezen kocası vakti geldiğinde onun buradan kopmasına razı olamamıştı. Böylece Cunda’lı oldu genç kadınla bebek... Adaçağı kokulu, zeytinyağı kokulu, efelerin savurduğu naralar kokulu günler geçirdiler adada. Herkes mutluydu.
Ailenin lanetli kaderi birkaç yıl sonra kendini gösterdi: Kinneret’in ruhunu kemiren şeytan doğumla kızında vücut bulmuştu. Rachel annesinden de mutsuz gözlerle izledi dünyayı yıllarca. Gün içinde sık sık kayboluyor, nice sonra bir zeytin ağacının kuytusunda çenesi avuçlarında kendi kendine mırıldanırken bulunuyordu. Arkadaşı yoktu. Annesinin birkaç denemesi de köylü çocukların bu zayıf, uzun boylu, bembeyaz tenli anne-kızdan ürkmesiyle sonuçsuz kaldı. Hoş, istemiyordu ki arkadaşları olsun... Geceleri geç saatlere kadar ay ışığında gözbebeklerinde şeytanların efsunlu pırıltılarıyla oturuyor, derdini bir türlü anlayamayan cümle akrabasını acı acı düşünmeye sevk ediyordu- en çok da bu bahtsız hayatın kendi suçu olduğuna inanan annesini... Yıllardır ailenin kadınlarına, ilk kız çocuklarını doğuruncaya dek, azap çektiren melankoli illeti en vahşi çehresiyle bu kızı kuşatmıştı.
Su Madam’ın yüzünde hiç alışık olmadığı, ürkütücü bir karanlık seçti.
Belki de yılın en karanlık gecesiydi. Uzun simsiyah saçlı zayıf kadın Su’nun oturdu pencere’nin ardında belirdi. Simsiyah saçları vardı. Pencereden içeri uzattığı elleri toprakla kirlenmişti. Mavi gözlerinde taşan sabrı, ona doğru eğilmişti. Yaşlı kadının yüzüne çok eskilerden tanıdık bir gülümseme yerleşiverdi. Kucağında kafası koparılmış hintbülbülünü okşayan kızını yakasından tutup sarmaya başladı. ‘Rachel’ dedi kadın. Ağlıyordu kadın, hıçkırarak ağlıyordu, kızı kulaklarını kapadı. Her şey bitti Rachel, senin için geldim. Pencereyi açıp karanlık geceye doğru ağlamaya devam etti kadın, tahammül edilemezdi bu ağlamaya. Seni affettim Rachel. Pencere geniş, gece karanlıktı. Seni almaya geldim Rachel.
Rachel.
Rachel.
Düştü.
Dakikalardır arkasında bir yere bakıp sessizce dudaklarını kıpırdatan yaşlı kadın birden oturduğu sandalyeden cansız, yere düştü. Dehşete kapılmıştı küçük kız, gece onu bulamayan ailesi ve meraklı komşular kapıyı kırınca Su’yu aynı sandalyede büyümüş gözleri yerde yatan kadına mıhlanmış halde buldular. Sonra dilimizi konuşamayan üç oğlunu gördü Su eşyalar kamyona taşınırken. Sonra kapı kilitlendi. Sonra kamyon gitti.
Gidenlerin ardından yanağını ıslatan bir damla yaşı sildi Su ve birden kaldırım taşında unutulmuş- ya da kendisi için bırakılmış- çerçeveyi seçti. Gözlerini pembe pullar örten, upuzun siyah saçlı, genç kadının sararmış fotoğrafı…
özgecik, '05
0 Comments:
Post a Comment
<< Home