Wednesday, July 12, 2006

b a ş k a

Aylar sonra ona baktığında artık büyünün bozulduğunu anlamıştı. İşte öylece karşısında duran bu adam eskisinden de yabancıydı şimdi. Bavulu hazırlanmış aralarında hakikatin mührü gibi duruyordu. Ona baktı, baktı… “Gidecek!” dedi belli belirsiz dudakları.

Oysa adam çok daha önceden görmüştü düzmecenin dağılmaya yazgılı olduğunu. Bir anda her şey gözlerinin önünde netleşecek, büyük aldatmaca sona erecekti. Sadece bekliyordu bunca zamandır. Zamanı sayıyordu.

Ama henüz bunların olmasına var hikayemizde. Biz masalla gerçeğin karışık durduğu, gecenin gündüze abandığı o uzak kışa dönmeliyiz şimdi, oralarda bir yerlerde bekleniyoruz.

* * *
Bırak erisin bal mumu derin yollar açarak kaderinde. Karışsın büyüleri birbirine. Aynı çanakta yansın iki ruh. Aynı kaderi paylaşsın. Korku görmüyorum gözlerinde, demek bu kadar baskın emelin. Öyleyse, bağlansın hayatlarınız bu lanetli yeşil bez ile, Aravuz’un sağ bileğindeki yeşil çaput… Aravuz’un koca elleri sıksın düğümü. Soğuk nefesi üflesin, yolları düğümlesin. Karıştır bakalım bu kin dolu bulamacı şimdi, aynı çanakta yansın iki ruh, aynı kaderi paylaşsın…

Son düğümü atıyorum muskanın üzerine. Yedi düğüm. Yedi kere uzak olacak bu kaçış ona. Al bunu küçük kız. Al bu muskayı evinin karşısına, bir incir ağacı altına geceyarısına bir saat kala göm. Bu çuvaldızı da ağacın gövdesine batır ki Avaruz uzaklaşamasın oradan. Bir saat ağacın altında otur, durmaksızın emelini sayıkla. Gece yarısı olduğunda kimseye görünmeden gir aç kapının kilidini. Al bunu kızım, yapman gerekenleri sakın unutma.
* * *

Nasıl duyulmuştur, nasıl görülmüştür bu sözleri söyleyen kadın? Sesi kısık, pürüzlü, karanlık mıdır? Derin bir kuyudan veyahut asırlar öncesinden mi geliyordur? Yüzü de pekala sesi gibi esmer, buruşuk ve karanlık olmalı. Çukurlarına gömülmüş iki çakır göz çılgınca titriyor olmalı bu sözleri söylerken. Pençe gibi kıvrık elleri her an karşısında oturan yeniyetmeyi omuzlarından kavrayıp lime lime yolacakmış gibi tetikte duruyor olmalı. Sıradan bir cadı gibi görünmeli, değil mi, sıradanlığı bir kandırmaca olsa da. Ecinli tayfasından birine sevdalanmış kaç kadın olsun ki şu dünyada Fadliye sıradanlaşsın? Üstelik bu tuhaf ilişkiden bıkmadan, hilkat garibeleri doğurmaktan korkmadan, bir de aşkını işiyle birleştirmeyi bilerek yaşasın.

Delimsek, derlerdi onun için köyde. Öyle saç baş darmadağın dağ tepe koşarken, asfalta gözlerini dikip saatlerce otururken ya da durup dururken gülmeye başladığında onu görenler, bu kızda bir iş var ama, hayrolsun, derlerdi. Ceplerini serçe başlarıyla doldurmaya başladığında artık sabrı taşsa da köylünün, yine beter bir laf edemedi Fadliye için. Büyük kapının kızı ne de olsa, ve ne de olsa köylük yerde büyük kapılar çok olmaz. Düğün için bayram için, sünnet, görücülük için, iş için, borç için bir tane adam var işte, geç karşısına geçebilirsen. Adamın da geleneğe göreneğe inat bir tek kızı var ölmüş karısından, haydi, “senin kız kafadan tırlak” de diyebilirsen…

Denmedi işte. Fadliye’yle ip atlayan çift örgülü kızlar önce kara kara önlükleri giyip okula gittiler, o saçlarını çözüp şarkı söylemeye başladı. Sonra, akşam vakti yollara serilen gölgeler gibi sessizce uzayıp giden kızlar tarlada çalışmaya, dinlenirken çeyizlik işlemeye başladılar, o şarkısına bir acayip dans ekleyip dağlara doğru seyirtti. Nitekim, kızlar birer ikişer istenip alınırken köye lanetli bir havadis ulaştı.

Mınçınklı köyü, denizden kilometrelerce uzakta, bozkırın ortasında, sırtını yalçın kayalara dayamış bir talihsiz yer. Köye adını verense ak sakallı, ağzı besmeleli ihtiyarlarının esef ve ihtarla nesilden nesile aktardıkları acı bir hadise. Gerçi, kapağı kente atan üç beş zevat kendilerine kırk paralık itimat edilmesine mani olan bu hikayeyi sonradan uydurulmuş gözleme gibi bir yiyeceğe “mınçınk” adını vererek bertaraf etmeye çalışmışlar. Ne var ki, rezaletim de sefaletim de benimdir diyen, dik başlı olduğu kadar da mütevazı Anadolu köylüsü geçmişini yadsımamış, tarihlerini günümüze taşımış.

“Timur’un orduları kırmızı oklarla Anadolu haritasını bir baştan bir başa aşarlarken Mincirius adıyla bilinen antik yerleşim birime de uğradı” der büyükler. “Önce haberciler geldi; çığ gibi, sel gibi yuvarlana yuvarlana , tozu dumana kata kata gelen izbandutvari herifleri duyuran haberciler. Sonra göz gözü görmez bir sis… Pervazlarında kara sinekler ölmüş pis camların ardında beklediler akıncıları. İsrafil’in borusu gibi korkunç bir ses duyuldu beyaz perdenin arasından. Üç göbekten Müslümanlığı kabul etmiş Minciriuslular topyekün kelime-i şahadet getirirken poliritmik İsrafil senfonisi giderek yaklaşıyordu. Seslerin kaynağı koca canavarları ve dahi üzerlerindeki yarı çıplak adamları gören halk birer ikişer donlarını doldurura dursun, Timur’un ordusu da ne kadar altın, mahsül, karı, kız varsa alıp gitti. Artlarında bir çekik gözlü uzun bıyıklı zebani, bir de sivri dişleri arşı delen, koca kulakları kuru yapraklar gibi dalgalanan, meymenetsiz suratından çıkan koca bir boruyla önüne kattığını korkudan titreten malum yaratığı bıraktılar. Zebaninin, ki daha sonra herkes onu Zeban Ağa olarak tanıdı, dilinin döndüğünce anlattığı kadarıyla Timur aylar, yıllar sonra ne zaman dönerse bu koca bebeği bıraktığı gibi sağlıklı ve gürbüz bulmak istermiş, zayıflamış, hasta, hele bir de mefta bulur ise, deymeyin gazabına, alimallah canlı keçi komazmış geriye.

Gariban köylüler dişlerinden tırnaklarından arttırıp hayvanı doyuradursunlar sonradan adı fil olduğu anlaşılan yaratığın canı her gezmek istediğinde, ona bakmakla görevli zavallılardan bir kaçını “mınçınnk” diye ezip pestile çeviriyordu. En sonunda “yemişim Timur’u” diyen canına tak etmiş bir kara yağız delikanlı moğolun minik bebeğini hortumundan tuttuğu gibi koca bir kafese tıkıverdi. Türk’ün gücünü cihana gösterecek bir cesur hareketti bu, eğer yavrucak kapatılmanın acısına dayanamayıp ruhunu teslim etmeseydi. Çok geçmeden aylardır ses soluk çıkmayan Timur’un ordusu gri bir deniz gibi köpüre köpüre geri döndü. Köyün üzerinde vahşice dalgalandı. Dağlara, tepelere kaçabilen canını kurtardı, geride kalanlar intikam güdümlü koca koca fillerin ayakları altında “mınçınk mınçınk” ezildi.

Timur gidince dağdakiler aşağıya, köyden arta kalana baktılar. Gördükleri şey karşısında donakalıp en azından bu acının izleri silinene kadar dağ başında inle, cinle, kurtla, kuşla yaşamaya karar verdiler.” Ben onların yalancısıyım.

İşte, Fadliye de dağlarda kaybolan büyük büyük büyükannesinin ruhundan bir parça koru kalbinde hissetti. Gönlünü öyle bir adı anmadan destur çekilir cinsine kaptırdı ki, koca konak, kızının perilere karışmasından mı korksun, “oğlan bizim, kız bizim” diye davullu zurnalı köye inen cin sülalesinin gazabından mı ürksün bilemedi. Kahvesinden tatsız bir yudum alıp, karşısında şekline şemaline hiç uymayan bir efendilikte oturan Aravuz’a baktı. “Fena çocuğa benzemiyor.” diye düşünürken buldu kendini, “Allahım sen benim aklımı koru, karşıma ayı getireydi kız ona da mı he diyecektim…” sinirli sinirli bıyıklarıyla oynadı. Aravuz’un babasının sabrı taşıyordu ama. Usule adaba uygun buralara kadar gelmiş, kalabalık düğün alayı aylarca bugün için hazırlanmış, gürbüz koçlar çifter çifter kesilmişken adem oğlunun bu işi ağırdan alan tavrına gücendi haliyle. “Benden günah gitti.” deyip gözlerini belerte belerte “Allahın emri…” diye sesini perde perde yükseltti. Yaşlı adamın gırtlağı düğümlendi, bir anda ruhuna dar gelen bedeninden kurtulmaya çalışır gibi “Vay anam, al,al, anasını da al!” diye bağırdı. Fadliye koştu babasının, kayınbabasının ellerini öptü, mahçup, gülümsedi.

* * *

Siyah pardösüsünün düğmelerini ilikleyip sokak kapısını ardı sıra kapatınca bir anda kendisini şubat soğuğunda, yağmurda, tanıdık gürültülerin arasında buldu. Ne yapacağını bilemeden sokağın köşesine kadar yürüdü. Açlığını duydu orada. Pastaneye gidip bir dilim elmalı çörek aldı. Dalgın dalgın çiğnedi. Tekrar yürüdü. Caddeye çıktı. Yıllar sonra yeniden buraya getirilen tramvay çıngır çıngır önünden geçti. Görünmez bir el kışkışlamış gibi bir anda havalandı güvercinler. Kilise bahçesinin demirlerine yaslandı. Gözleri uzaklardaydı. Parmak kadar bir çocuk elindeki iki paket mendili sallaya sallaya eteklerini çekiştirdi. Duyamadığı bir şeyler söyledi. Pislikten iyice esmerleşmiş elini ampul çevirir gibi iki yana döndürdü, yere tükürüp bastı gitti. Elini cebine attı genç kadın; muska hala ordaydı. Binlerce savaştan yenik çıkmıştı sanki, hırsla yeniden askere çağırıyordu halkını. Kalbi, ruhu, omuzları usanmıştı. Ağlamak isterdi şimdi. Kırmızı pabuçlarını giymek, Kozyatağı’nda bugün çoktan yıkılmış köşkün ışık ışık bahçesinde tiz çığlıklar atarak koşmak isterdi. Sonra büyükannesinin yaşlı dizleri arasına bağdaş kurup elmalı çörek yemek… Muska cebindeydi hala. Çıkarıp çöpe atmak isterdi. Sonrada kendisi bedeninden sıyrılmak… Başka biri olmak.

Başka biri olabilirdi pekala. Rengarenk giyinebilir, camın önüne saksı saksı çiçekler koyabilir, her şey en baştan başlıyor gibi gülümseyebilirdi. Bir şeyler yapabileceğini düşünürken bile ne kadar kırılgandı aslında, o herkese hakim görüntüsünün altında. Güçsüzdü. Edilgendi. Hadiseler “başına geliyordu” onun, o yön vermiyordu. Bir kaza… ve bir cenaze, cenazesi kalabalık olamayacak kadar genç bir ölü…

“Ben büyüyünce senle evleneceğim Özge abi.”

Kız isimli, narin bir çocuk, Özge abisi. Aile büyükleri seçimini eleştirdiğinde Neriman teyze “Erkeklere de konuyor o isim, canım” diye çıkışırdı. Yine de feminen yanları daha kuvvetliydi çocuğun. Ela gözleri içine dönüktü. Gülünce yüzü aydınlanırdı. O zamanlar, henüz köşkün tek çocuğuyken, bir gece annesi telefonda düşüp bayılmış ve ertesi gün henüz konuşamayan ama soran gözlerle çevresine bakınan Özüm getirilmişti eve.

Özüm’ün annesi, Büyükanne ve Neriman teyze karşı çıktığı halde köşkten kaçıp gezici bir tiyatro ile İstanbuldan ayrılmış, yıllar sonra karnında bebeğiyle geri döndüğündeyse içeri alınamayacak kadar alçaltıcı, büsbütün silinip atılamayacak kadar değerli bulunmuş. Kendilerini cümle aleme rezil eden küçük kızı için Moda’da tutulan apartman dairesini gezerken “pek havadar, iyi bir yermiş.” demiş Büyükanne kısık sesle. Senin için daha fazlasını yapamayız, der gibi. Ne kadar bağışlayıcıyım sana karşı, onca yaptıklarından sonra, der gibi. Bebek bu evde doğmuş. Sonra annesi babası yok olmuş Özüm’ün; onun bilemediği, Özge’nin hatırlayamadığı, büyüklerin üzerinde konuşmaya hiç yanaşmadığı bir nedenle. Özüm köşke getirilmiş, yolları bir süre sonra tamamen ayrılmak üzere, birleşmiş.

Birlikte büyüdü iki çocuk. Aynı özün iki ayrı sureti misali, aynı hamurdan biçimlenmiş bambaşka insanlardı. Oğlan tüm aile gibi açık renkti: açık kumral saçlar, beyaz ten, mum gibi eriyip duran yüzünde adeta silik –sanki kurşun kalemle bastıra bastıra yazılmış da yeşil pelikan silgiyle kağıdı hırpalayarak silinmiş, izi kalmış gibi- gözler. Evin kadınlarının yüksek desibelli kahkahalarının aksine onun silikliğini pekiştiren, onu bu dünyadan bir kez daha silen, bir de sessizliği vardı. Hani, herhangi biri uzansa alıverecek gibiydi onu. Öylesine eğriti, öylesine güçsüz ve ısrarsız. Kimselere benzemez, denirdi onun için, o başkaydı. Kız ise bambaşkaydı. Kocaman açılan gözlerinde hayata karşı muazzam bir inat parlıyordu. Nefes alıp verişinde, gülüşünde, susuşunda varlığını duyuruyordu. Tutuğunu koparacaktı, ilerde, öyle biliniyordu.

Bir de tuhaftı zaten buradaki konumu. Köşke ait miydi, değil miydi? Bu soruyu kendisi dahil kimse cevaplayamazdı. Bir an önce büyümesi, büyüyüp evlenmesi, evlenip buradan gitmesi herkes için en iyisi olcaktı belki de. Kendine has kuralları olan kocaman bir organizmaydı bu köşk, dengesini bozacak tüm aykırı unsurlar paketlenip dışarı atılırdı. Adeta bütünlüğü ayrımcılığına bağlıydı. Nasıl olduysa, aykırı unsur başka bir surette vücut bulmuş, geri çevrilemeyecek olmanın kurumuyla aralarına sızmış, düzenlerinin bozulduğunu her gün her dakika ev halkına ilan ederek, öylece yaşıyor, konuşuyor, büyüyor, her yeri dolduruyordu. Üstüne üstlük, istemezse hiçbir şey alamayacağının bilincinde, arsızlıkla, sınırlarını aşarak, gürleyip çağlayarak talep ediyordu.

Böylece büyüdü iki çocuk. Oğlan ne zaman ergin oldu, ne zaman delikanlı oldu anlaşılmadı suskunluğundan. Kızınsa bluğ çağı köşkün üzerinde bir kabus gibi çöktü. Sesi daha bir cırtlak çıkıyordu artık. Öfke nöbetleri başta Büyükanne olmak üzere bütün hane halkını kendinden geçiriyordu. Etrafındaki herkes onun coşkun seline kapılıp o çağladıkça köpürüyor, dalga dalga kabarıyor, dağılıyor, uzuyordu. Özge hariç… O fırtınayı sezdi mi, en güvenli yeri belleyip oraya sığınırdı. İşin kötü yanı onun sukûneti kızı iyice çileden çıkarır, haşmeti görmezden gelinmiş gibi, delirtirdi.

“Ben büyüyünce senle evleneceğim, Özge abi!”

Cevap yok, yalnız belli belirsiz bir bakış. Umarsızdı işte çocuk, ne varıyorlardı üzerine, isteyen evlenirdi onla, dileyen boşardı onu. Kabul etmek reddetmek ona göre miydi sanki? Ama yok, Özüm isterdi ki, “hiç de bile, ben filancayla evleneceğim” desin abisi, kavga etsinler, sonunda galip çıksın, kara gözlerinde zafer pırıltıları dolaşsın.

İstediği oldu sonunda. Özge Amerika’ya gidiyordu üniversite için. Kız kabul edemiyordu bu terk edilişi. Kimse farkına varmamıştı bunca yıldır, ama kız delice, zavallıca, çılgınca yalnızdı. Bir abisi vardı işte, ulaşamasa da, dokunamasa da… Potansiyel antagonistiydi onun; yakınlarında olsun yeterdi. Göndermemeliydi onu, ne olursa olsun, bırakmamalıydı.

“Gitmeyeceksin!” dedi toplanan bavula bakarken, aklında bütün bunlar. Uçak ertesi gün, ve Özüm ilk defa bu kadar çaresiz.

Gözlerini kaldırıp kıza bakmadı bile yolcu. Neşeli, umutlu, heyecanlı görünmüyordu zerre kadar. Dudaklarının arasından ıslık gibi “gideceğim…” dedi. Çenesi titredi kızın. Odanın içinde, hışımla iki adım daha yaklaştı, artık tepeden tırnağa “hazırlık” olmuş, “yol” olmuş, “hasret” olmuş çocuğa.

“Gidemezsin, gitmeyeceksin, burada, bu köşkte, benimle kalacaksın!” Sesi o kadar aciz çıktı ki tanıyamadı kendisini.

Cevap yok. Uzun ince parmaklar hala pantalonlarını kazaklarını katlamakla meşgul. Gözlerinden yaşlar süzüldü kızın, zangır zangır titredi tüm vücudu. Omuzlarından tutup itti oğlanı, çocuk sanki bu dramın tamamen dışında bir hacıyatmaz misali istifini bozmadan geri döndü bavulun başında. Bu sefer, bavulu kavradığı gibi odanın öteki yanına savurdu kız. Öteki bir saattir topladıklarının etrafa dağılmasına bile tepki vermeden, tekrar bavulu almaya davrandı.

Özüm artık iyice zıvanadan çıkmıştı; kah feryat figan bağırıyor, elini kolunu sallaya sallaya bir şeyler söylüyor, ağlıyor, kah yakasına yapışıp çocuğu sarsalıyordu. Kıpkırmızı yüzünde deli gözleri kocaman açılmıştı. “Gitmeyeceksin dedim sana!” Ne yapsa tek bir kelime çıkmadı çocuğun ağzından. Öylece durup her şeyin bitmesini bekler gibiydi.

Daha güçlü itti bu sefer onu, yere düşürdü. Sessizce kalkmaya çalışan çocuğun dibinde bitti bir anda, göğsüne oturup eline ne geçirdiyse kafasına indirdi. Ne yaptığının farkında değildi artık.



* * *




Özge öldükten sonra köşkte hayat yepyeni bir şekil aldı. Artık herkes susuyordu. Günler, geceler bitmek bilmez bir bekleyişe dönüşmüştü. Neyi beklediklerini bilmeden, yaşlanarak, çirkinleşerek, kayıtsızlaşarak yaşıyordu kadınlar. Ne bir şeye kızacak halleri vardı, ne bir sorumlu arayacak. Özüm için yaşıyor demek bile çok iddialı olurdu. Cenazeden sonra upuzun saçlarını beslemeler gibi kesmiş, kaşlarını traş bıçağıyla kazımış, bir köşelerde kıvrılıp yatarak yok olmaya, unutulmaya çalışıyordu. Tüm kadınlar özgeleşiyordu.


Bir gece ürpetiyle uyanmış Özüm. Gözleri karanlıkta seçmeye başladığında yatağı yerine yerde, halının üzerinde yattığını fark etmiş. Ellerini halıya bastırıp dizleri üzerinde doğrulmuş. Yatağında biri varmış! Korku içerisinde geri çekilmek istese de vücudunda hiç güç yokmuş. Olduğu yere yıkılmış. Başını karyolanın demirine vurduğunda çıkan ses karşısında yatanı uyandırmış.

Tasviri bana, tahayyülü size düşmez; düşmanımdan uzak olsun ismi lazım değiller başka yer yokmuş gibi kızcağızın yatağına tünemiş. Böyle zamanlarda Yaradan’a sığınmak elzemken, Mıncınklı Köyü’nün damadı Aravuz Efendi’nin artık bir hayli yaşlanmış çehresini gören zavallı yavrucak oracıkta düşüp bayılmış.


Bu sevimsiz karşılaşma, kızın talihsiz hayatındaki dönüm noktası. Gözlerini açtığında bir peri masalı kahramaymış çünkü artık. Fadliye ve Aravuz’un biricik kızı, Mınçınklı’da hatırı sayılır bir servetin tek mirasçısı, evlerin neşesi. İki alemin üzerine en çok titrenen kızı olarak Özüm öyle bir şımartılmış, öyle bir nazlanmış ki, koca memeli kadınlar altın, dolar günlerinde kaşlarını kaldıra kaldıra, başlarını iki yana sallaya sallaya kızı kendi götü boklu, burnu sümüklü çocuklarıyla kıyaslayıp Allah’a şükretmişler. Bununla kalsa iyi: yok efendim Fadliye köyde evde kalmış da böyle ucubeyi takmış okula, insan utanırmış ayol bunun gibisiyle gezmeye, çocuk desen uyuz bir şeymiş, zaten bunlar ailecek kente ayak uyduramamış, neymiş o öyle yerleştikleri köşkte her gece davullu zurnalı bir tuhaf kalabalık… Akabinde kahveler höpürdetilir, tahtalara vurulur.

Bütün bu hengamede olan özüne olmuş. Kendisini kaybetmiş kız. Evet, bu kadar net: bir sabah uyanmış, sanki asırlar süren bir yolculuktan dönmüş gibi... Değiştirdiği evler, değiştirdiği aileler… İçinden geçtiği hayatlar. Kurdukları ve yıktıkları… Sanki her şey bir göz kırpma süresinde onu terk edip gitmiş. Uzunca zaman göz kapaklarının ardına saklanıp “şeytan aldı götürdü” sayıklada da, nafile. Hiçbir şey hissedememiş kendine dair. Korku içinde kalkıp banyodaki aynanın önüne koşmuş. Yüzünü incelemiş aynada. Saçını, kaşını ne zamandır kazıdığını hatırlamaya çalışmış. Yüzünü onun yüzü yapan her ne varsa artık ulaşılamaz olmuş. Özüm kendini ilk defa bu kadar başka duymuş.

Alt kata inip mutfağa sığınmak geçmiş içinden. Kızarmış ekmek, fesleğen, çörek kokuları ile Kozyatağındaki köşkte arsız ruhunu dinlendirebildiği tek yerdi çünkü mutfak, ve mutfağın kırmızı-beyaz masa örtüsü. İnmiş, mutfakta Fadliye mınçınk pişiriyormuş. Cadı yüzüne anaç bir gülümseme yayılmış yaşlı kadının. “Aman da benim yakışıklı oğlum uyanmış mı?”

Beriki fal taşı gibi açılmış gözlerle kadının lafını idrak etmeye çabalarken, yüksek volümlü upuzun bir “günaydın” doldurmuş mutfağı. Korkunç bir ürpertiyle dönüp kapıya baktığında artık kendini bir başka duyan, karşısında kuzguni saçları omzuna dökülmüş, amansız gözleri fıldır fıldır dönen Özüm’ü görmüş. “Ben…” diyebilmiş sadece.

* * *

Olan biteni Fadliye’de öğrendiğimde şaşkınlıktan küçük dilimi yutmakla kalmadım, ahiretliğime ağzı açık ayran delisi gibi bakarken ağzıma kaçan sineği de bir güzel mideme indirdim. Zaten bunu takip eden birkaç gün içerisinde yıllarca hizmetlerini gördüğüm köşkten Özüm’ün düğün davetiyesi de bana gönderildi.

Hummalı bir hazırlık başladı o günden sonra. Kıza olan sevgilerinden değil sanıyorum, daha çok kaybettikleri oğullarına bu kadar benzeyen, üstelik onunla aynı adı taşıyan, biriyle evlenecek olmasından, kızı gene bağırlarına bastılar.

Düğün günü kız kelebekler gibi dönüp durdu ortalıkta. Herkesle uzun uzun sohbet etti. Gelin dediğin azıcık uslu durur demedi, kalktı danslar etti, kocasının sıkılgan tavrını umursamadan ulu orta sarıldı, öptü. Çocuk hakikaten bir durgundu. Sanki evlenen o değilmiş de başkasıymış, o yanlıklışla uğramış gibi boş gözlerle baktı durdu etrafındaki kalabalığa. Kimselerle konuşmadı. Yalnız Büyükannenin ahbaplarından Ferit Bey’in “Ne işle meşgul olmayı düşünüyorsunuz Özge Bey?” sorusuna, neredeyse duyulamayacak kadar kısık sesle “ben Amerika’ya gideceğim…” dedi.

* * *

Kilisenin demir parmaklıklarından uzaklaştı kız. Sağ elini rahminin üzerinde gezdirdi. Kaç aylıktı bebeği, şimdi hatırlayamıyorum, ama beni de sırf bu yüzden, çift canlıdır göz kulak olayım diye takmışlardı peşine. Ardı sıra yürüyen Aravuz’u gördüğümde şaşırdım desem yalan olur, köşkten çıktığında adım gibi biliyordum Fadliye’ye gittiğini.

Onlarınki de akıl değil, kimse kusura bakmasın. Benim de yaşım 70’e dayandı, bunca yıllık hayatımda böylesi oyunu ne gördüm, ne de duydum. O çocuk başka, doğası böyle, üfürükle püfürükle ehlileştiremezsiniz ki dedim, dinletemedim. Kayıtsızlığı, sessizliği kabullenişinden değildi ki Özge’nin; bir şeyleri değiştirmek için harekete geçmeyi, karşı koymayı her düşündüğünde boğazında acı bir tat duymasındandı. Kabullenmezdi ama, kaçar giderdi.

Gidiyormuş işte. Köşke haberi geldiğinde Büyükanne düşüp bayıldı, o gün bugündür hastanede kadıncağız. Ben de onun kadar fena oldum. Çocuk bavulunu toplamış gene, Amerika diyormuş da başka şey demiyormuş. İtişip kakışmışlar. Özüm kilitlemiş kapıyı üzerine. Bizimki fazla karşı koymamış, nasıl olsa açılacak ya kapı er ya da geç. O zaman gider. İlle de gidecek.

Koştum yakaladım eniştemi. “Yapma, etme Aravuz efendi. Bu kızın gözleri deli deli bakıyor. Öldürecek çocuğu.” dedim. “Alıkoyma Özge’yi, koyver gitsin. Kimse kadere karşı gelemez.” dedim. Duymadı bile beni. Sağ bileğinde bir çuvaldız, donuk gözlerle yürüyordu.

özgecik, temmuz 2006

0 Comments:

Post a Comment

<< Home